
Babamın çocukluğumdan beri gidip
gezmem için sürekli bilinçaltıma işlemiş olmasından mıdır, yoksa ifade etmekte
her zaman zorlandığım kadar güzelliğinden midir bilemiyorum; yolum son on yılda
her sene en az bir defa Viyana’ya düşmüştür. Tüm bu seyahatlerimi şöyle bir
düşündüğümde bu tarihî başkentteki hemen hemen tüm sarayları, müzeleri,
bahçeleri gezmiş olduğumu fark ederek “yeni
bir seyahatte farklı ne yapabilirim” sorusuna yanıt aramaya başladım. Bu
yazımın konusunu teşkil eden ve ülkenin Aşağı Avusturya olarak anılan bölgesinde
Tuna Nehri’nin süzüldüğü bir alanda bulunan Wachau Vadisi’ne günübirlik bir
gezi yapmaya karar verdim.
Sadece Avusturya’nın değil Avrupa
kıtasının da en güzel doğal, tarihî ve kültürel manzaralarından biri olan ve
her yıl dünyanın pek çok ülkesinden turist çeken Wachau Vadisi, Krems an der
Donau Kasabası ve Melk şehrinin
arasında yer alıyor. 40 kilometre uzunluğa sahip vadi, tarih öncesi çağlardan beri yerleşim alanı
olduğundan 2000 senesinde UNESCO tarafından bir Dünya Mirası alanı olarak kabul
edilmiş. Öyle ki, 2009'da National
Geographic mecmuası bünyesindeki uzman gazeteciler tarafından yüz dokuz
tarihî yer arasından en çok oyu alarak “dünyanın
gezilmesi gereken en iyi tarihi bölgesi” seçilmiş.
Seyahatimde bana kardeşimle
beraber çok değerli bir ağabeyimiz, sevgili Dr. Yunus Kobal da eşlik etti.
Yazıda görmüş olduğunuz tüm fotoğrafların kendisinin kadrajından yansıyan güzel
kareler olduğunu en baştan sizlerle paylaşmak isterim.
Turumuza başlamak için şehir içi
ulaşım ağının bir parçası olan banliyö treni ile öncelikle 19. Viyana olarak
anılan Döbling’e gitmek gerekiyor.
Seçkin restoranların ve şarap mahzenlerinin bolca bulunduğu Döbling hakkındaki en önemli bilgi Ludwig
van Beethoven’ın 3. Senfoni’sini
burada bestelemiş olmasıdır. İstasyondan bizi Viyana’nın 70 km batısında
bulunan Krems an der Donau’ya götürecek olan tren ile rötarsız olarak tam 1
saat 15 dakika yolculuk yapıyoruz.
1000 yıldan eski bir tarihe sahip
bu kasabaya adım atar atmaz Ortaçağ’dan kalma tarihî kent merkezi ve bu
merkezde bulunan, 15. yüzyılın sonlarına doğru inşa edilmiş ve artık
sembolleşmiş olan Steiner Kapısı
bizleri karşılıyor. O zaman dört kapı yapılmış ama günümüze sadece bu kapı
ulaşabilmiş. (Foto 2) Bu tek kapıdan geçip
ilerlediğimizde karşımıza oldukça ilginç bir karikatür müzesi çıkmasına rağmen
vadiye yapacağımız seyahatin heyecanı bizleri bu müzeye girmekten alıkoydu.
Neyse ki günlerden pazartesi olduğunu hatırlayarak müzeler için tatil günü
olması nedeniyle teselli buluyoruz. Önümüze çıkan ve araç trafiğine de açık
olan küçük yolu trafiğin aktığı yönde izleyerek kıyıya, Tuna Nehri’ne ulaştık
ve bizi vadide gezdirecek olan MS Wachau
isimli tekneyi karşımızda bulduk.
Demirli olduğu iskelede bilet
satış noktaları bulunuyor. Belirli aralıklar ile sefere çıkan ve aynı hizmeti
sunan MS Prinz Eugen isimli bir tekne
daha varmış. Tarifelere uygun olarak giderseniz mutlaka sıradaki sefer için
bilet alma imkânınız mevcut. Biletinizi internet üzerinden satın almak belki daha
hesaplı olabilir ama biz direkt gişeden almaya şartlanarak gittik ve yaklaşık
on dakikalık bir bekleyişin ardından toplam üç saat sürecek ve vadinin
sonundaki Melk’te sona erecek sefer için biletlerimizi alabildik. Bu yazımı
hazırlarken 2019 senesi için güncel fiyatları kontrol ettiğimde tek yön
ücretinin kişi başı 26 Avro, gidiş-dönüş ücretinin kişi başı 30,5 Avro olarak ilan
edilmiş olduğunu gördüm. Teknede yolcuların manzarayı doyasıya
seyredebilecekleri, fotoğraf çekebilecekleri, hatta rahatça uzanabilecekleri teraslar
mevcut. Yemek yiyerek manzaranın tadını çıkarmak isteyenler için de menüde kahvaltıdan
tutun da Avusturya’nın ünlü yemeği Schnitzel’e kadar çeşitli seçenekler uygun
fiyatlarla yolculara sunuluyor.
Motorların çalışması ile birlikte
yolculuğumuz başlıyor. Daha yolculuğun güzelliğini ve terasta esen hafif rüzgârı
yeni yeni hissetmeye başlamışken belki de en güzel Wachau kasabası olan Dürstein’a ulaşıyoruz. Burası, çarpıcı
mavi kilise kulesi ve bu kilisenin içinde yer aldığı kale kalıntıları ile
fotoğrafçıların gözdesi. Öyle ki kasabanın yukarısındaki yoldan bisikletleriyle
geçmekte olan sporcular ya da yolcular için dahi sırf fotoğraf çekebilmeleri amacıyla,
nehrin diğer yakasında bulunan Rossatz’a
geçip geri dönebilecekleri küçük bir yüzer rampa tahsis edilmiş. Burada bir
zamanlar mevcut olan kalede V. Leopold
tarafından esir tutulan İngiltere Kralı “Aslan
Yürekli” Richard bir süre alıkonulmuş.
Teknemiz Tuna Nehri kıvrımları
üzerinde yol alırken sırasıyla Beyaz
Kiliseleri (Weissenkirchen), Aziz
Michael Müstahkem Kilisesi’ni (St. Michael’s
Wehrkirche) ve devamında tüm vadi üzerindeki en büyük şarap üretim bölgesi
olan Spitz Kasabası’nı fotoğraflama
imkânımız oldu. Spitz’in çok az ilerisinde fotoğraflamak için çok karizmatik
olduğunu düşündüğüm Hinterhaus Kalesi
kalıntılarının altından geçtik. Üç bölümden oluşan bu kalenin etkileyici
kalıntıları, Jauerlingstock isimli yerel
bir tepenin kayalık sırtı üzerine kurulmuş.
Bu kez Willendorf isimli küçük kasabaya yaklaşıyoruz. Kasaba belki küçük
ama ünü Avusturya’da çok büyük. Çünkü 1908 yılının ağustos ayında burada Eski
Taş Devri’nde (MÖ 25000) yapılmış olduğu düşünülen kireçtaşından bir şişman
kadın figürü bulunmuş. Buna da “Willendorf’un
Venüsü” (Venus of Willendorf) adı verilmiş. Viyana’daki Doğa Tarihi
Müzesi’nde (Naturhistorisches Museum) sergileniyor. Yazımın başında da
belirtmiş olduğum gibi, daha önceki müze gezilerimde bunu yakından görme imkânım
olduğu için bulunduğu yerden geçmek de beni ayrı bir heyecanlandırdı.
(Müzede fotoğraf çekilmesine izin
verilmediği için paragrafı destekleyici olması açısından paylaştığım figüre ait
bu fotoğraf, kaynağı anonim olan ve internet üzerinde küçük bir araştırma ile
kolayca bulunabilecek bir görseldir)
Nehir bizi bu kez vadideki sembol
yapılardan bir tanesinin önünden geçirdi: Schönbühel
Kalesi ve Manastırı bir kaya
çıkıntısının hemen köşesinde tüm ihtişamıyla yükseliyordu. Yedi yaşındaki
Bavyera Prensesi Elisabeth -gelecekte
Avusturya Macaristan Monarşisi zamanında İmparatoriçe
Sisi olarak tanınacaktır- 1844’te bu manastırda bir süre konaklamış ve bulunduğu
süre boyunca gelip geçen teknelere el sallamış. Sefere çıkan tekne kaptanları
artık ezbere biliyorlardır ama kalenin tam önünde suların içinde biraz
tehlikeli gibi duran iki kaya çıkıntısı yükseliyor. Yerel dilde bunlara inek ve
buzağı anlamına gelen “Kuh und Kalb”
adı verilmiş.
Her güzel şeyin bir sonu var ne
yazık ki. Artık son durağımız olan Melk uzaktan göründüğünde bu kez başka bir
heyecana kapılıyoruz, çünkü o güne kadar televizyonlarda ya da dergilerde
gördüğümüz, benzersiz ve göz kamaştıran mimarîsine hayran kaldığımız Benedict Manastırı’nın hemen altındayız.
11. yüzyılda kale olarak inşa edilen bu yapı, 12. yüzyılda Benedicten
rahiplerine hediye edilmiş ve manastır olarak kullanılmaya başlanmış. 1702 ile
1736 yılları arasında yapımı tamamlanan ve dünyanın en prestijli barok mimarîlerinden
birisi sayılan manastırdaki kütüphanede 15. yüzyıldan günümüze kadar 85 bine
yakın ciltli ve nadide kitap bulunduğu söyleniyor.
Melk’te gün batımınında
etkileyici olduğunu mutlaka paylaşmalıyım: Avusturyalı gazeteci, yayıncı ve
savaş muhabiri Georg Bittner’in 1.Dünya Savaşı esnasında kaleme aldığı ‘Çanakkale
Cephesi İzlenimleri’nden şu satırları alıntılamak istiyorum: “… bu yol üzerinde sabahtan akşama kadar
oturup dilenen korkunç görünüşlü sakat bir dilenci çocuk ve İstanbul’un dünyaca
ünlü en güzel görüntüsüne sahip büyük Galata Köprüsü vardı. Her akşam Alman subayları Galata Köprüsü’ne
giderek minarelerin ardından batan güneşi seyrediyorlardı. Bu subayların
hiçbiri hayatları boyunca Melk Manastırı’nın penceresinden Tuna tepelerini ve Klosterneuburg
kubbelerini, akşam kızıllığında seyretmemiş olmalılar!” Evet, gün batımı
gerçekten de bizleri kendimizden geçirecek güzellikteydi ama yine de bu
manzaranın Moğollar grubunun da bir bestesine konu olduğu üzere “Haliç’te Gün Batımı” ile kıyaslanamayacağını
her iki yerden gün batımını zevkle izleme şansına erişmiş biri olarak açıkça
belirtmek isterim.
Biraz da Melk’in içerisinde
gezdik. Ön cephesi 150 sene kadar önce yeniden tasarlanmış ve 1575 yılında inşa
edilmiş belediye binası, 1657 yılında inşa edilmiş ve günümüzde bir eczanenin faaliyet
gösterdiği Lebzelterhaus, barok
dönemin son zamanlarında ön cephesindeki kabartmaları tamamlanan ve 1792’de
inşa edilen eski posta binası gibi şehrin en önemli turistik yerlerini gezerek
bizi Viyana’ya geri götürecek olan trene binmek üzere istasyona yöneldik.
Rötarsız tam 60 dakika süren bir yolculuğun ardından başkente ulaştık, günün bu
tatlı yorgunluğunu iyi bir yerel lokantada Schnitzel siparişi vererek atmaya
çalıştık.
Bir
başka yazıda yeniden görüşmek üzere…
Yazı Ve Fotoğraf
Ahmet SARAL - Dr. Yunus KOBAL