
Dumanı üstünde bir cappucino, ahşap tavanlı bir Amsterdam kafesindeyim. Dışarıda sulu sepen, elimde bir çörek Dam Meydanını seyrediyorum. Gezmekten yorulmuş bedenim dinlendirecek ve sonrasında Amsterdam sokakları yeniden, tekrar tekrar turlanacak.
Dam, geniş bir meydan. Meydanın bir tarafını görkemli kraliyet sarayı kaplıyor, yanı başında İsveç tarzı katedral, onun yanında istasyona giden cadde, bu tarafında benim oturduğum Kafe, sarayın solunda Madame Tussaud müzesi ve Redlight caddesi başlangıcı. Geri kalanı kanallar sokaklar evler. Meydanda kalabalık insan topluluğu yanısıra, akrobasi gösterisi yapanlar, müzisyenler ve tabiî ki şehir meydanlarının vazgeçilmezi güvercinler var.
Dam Meydanı’nı görmek üzere kaldığım yerden bir tramvaya binip yola çıktım. İndiğim noktadan bir caddeye girip ilerlemeye başladım. Tuhaf bir caddede yürüdüğümün farkına vardım. Havadaki esrar kokusu gözümün önündeki sis bulutunun kaynağını açıklıyordu. Caddenin ortasında bir kanal, kanalın iki yanında sexshoplar ve fahişeler. Cafeshoplarda haşhaşlı kek yiyen alenen esrar içenleri görüyorum. Gencecik bedenleri pörsümüş, gözleri kan çanağı, beyinleri zombi. Güya özgürlük var. Özgürlük adına suyu sıkılıp posası çıkarılan bir gençlik, özgürlük adına uyuşturucu serbest, yapılan tüm ahlaksızlıklar özgürlük adına... Neymiş efendim dünyanın en özgürlükçü ülkesi Hollanda’ymış. Erkek erkeğe evlenmek burada, tüm ahlak virüsleri burada ve yasal, ne adına, özgürlük adına?
Redliğht denen bu caddeyi hızlı adımlarla tüketip kendimi Dam Meydanı’na atıyorum. Beyazlar içinde bir melek bana gülümsüyor, ben de ona gülümseyip, önündeki kutuya para atıyorum. Yanımdan bir top cambazı gösterisini yaparak ilerliyor, önümde bir robot adam bip bipler çıkarıyor, birkaç metre uzağımda yaşlı bir adam müzik kutusundan çıkardığı hoş melodilerle etrafına sıkı bir kalabalık toplamış. Biraz onu biraz bunu seyre dalıyorum. Burada dilenci yok. Yaşı ne olursa olsun herkes bir hünerini sergiliyor ve dileyenler onlara para veriyor. Bazen öyle ilginç şeyler yapanlar var ki takdir etmemek ve para vermemek elde değil.
Meydanda biraz vakit geçirdikten sonra her şehirde yaptığım gibi bulduğum ilk sokağa dalıyorum, beni nereye götüreceğini bilmeden. Dar bir sokaktan ilerliyorum, sağımda solumda Hollanda ile özdeşleşmiş meşhur tahta ayakkabıcıları var. Sadece tahta ayakkabıcılar değil tabi peynirciler de... Biliyorsunuz Hollanda denince akla ilk gelenlerdendir peynir ve fabrikasyon değil halen elle üretilir. O ayakkabıcı senin bu peynirci benim derken sokağın sonuna geliyorum. Karşımda Ortaçağ’dan kalma bir gemi, sağımda deniz üzerine inşa edilmiş 5 katlı Çin restoranı, solumda dev bir yel değirmeni. Tercihimi yel değirmeni tarafına kullanıyorum ve sola dönerek ilerliyorum. Tarihî yel değirmeninin pastane olarak işletildiğini görüyorum. İlerlediğim sokağın sağında ve solundaki evlerin tamamı tarihî Amsterdam evlerinden oluşuyor. Sokağın ortasından bir kanal geçiyor ve 20 metrede bir köprü. Kanalın iki tarafında ağaçlar ve üstünde tekneler ve tekne evler. Yanlış okumadınız burada bazı insanlar teknelerde yaşıyor hem de ailecek. Bu arada koyu tonlu yeşil rengin birçok kapı bina ve korkulukta kullanıldığını görüyorum. Meğer bu renk kraliyet rengiymiş ve evini bu renge boyamak isteyenlere devlet destek veriyormuş.
Bu arada belirtmeliyim ki sanırım dünyanın
en sistemli ve düzenli trafiği buradadır. Özellikle bisikletler için düşünürsek
en geniş caddeden tutun da, en kıyıdaki sokağa kadar bisiklet yolu ve
işaretleri yapılmış. Yayalar için ayrı yollar ve hatta hatta görme engelliler
için kabartmalı yollar. Aynı caddeyi kullanan araba, tramvay, bisiklet, yaya ve
engelli kendi yolunu ve işaretini takip ederek sorunsuz bir şekilde yol
alabiliyor.
Sokakta ilerlemeye devam ediyorum. Kaldırımlardaki binlerce sakız dikkatimi çekiyor. Amsterdam’ın tüm kaldırımlarında ve hatta caddelerin ortasında bile korkunç bir sakız yığını var. Yığını derken noktacıklar halinde yere yapışmış renk renk sakızlar. Belediye bunları temizlemek için çok para harcamış ve baş edemeyince de ucunu salmış. Bazı sakızlar kurumamış bastıkça ayağıma yapışıyor “hay bin kunduz” diye diye ilerliyorum. O sokak bu sokağa, bu sokak şu caddeye açılıyor ve anlat anlat bitiremeyeceğim şeyler görüyor ve yaşıyorum. Sonunda istasyonun önünden geçip tekrar Dam Meydanı’na çıkıyorum. Sulu sepen başlıyor ve ben kendimi bir kafeye atıyorum. Ahşap tavanlı bu şirin kafede cappucino içip, bir çörek yiyip ve biraz dinlendikten sonrada yeniden sokaklara dönmek niyetindeyim. Sizce nasıl?..
HOLLANDA (Kutucuk)
Hollanda küçük ve topraklarının çoğu deniz doldurularak oluşturulmuş bir ülke. Buna rağmen tarım ve hayvancılık çok gelişmiştir. En basiti çiçek sektöründe dünyada 1 numaradır. Sırf lale ihracatı yıllık 10 milyar doları bulmaktadır. Peynir kalitesi ve yapımıyla, süt ürünlerinin çeşitliliğiyle adından söz ettir. Yel değirmenleri ve Don Kişot’u Hollanda’nın masalımsı yüzüdür. Kanalları ve tarihî evleri asıl yüzüdür ki bozulmasın diye çok uğraş verilir. Çünkü bu yüzü onun siluetini oluşturur ve dünya onu bu yüzü ile hatırlar.
Dünya’nın en özgür ülkesidir. Ama bu iyi bir şey midir bunu size bırakıyorum. Amsterdam’ın dışında Rotherdam ve Den Hag (lahey) gezilebilir. Aslında imkânınız varsa Zealand ve Breda’ya da girmelisiniz.
Yazı Ve Fotoğraf
Ali Sami PALAZ