
Zaman tüm
kararlığı ile sessizce keserken yaşamı, iyilikleri ve kötülükleri sırayla bize
doğru sürükler. Ne garip! Biz ise
ikisinden de çok çabuk sıkılıyoruz. İnsan tüm yaşantısı boyunca maddi manevi
arzu ve isteklerinin doğrultusunda çabasını gösterirken çekeceği tüm
sıkıntılara rağmen ilerlemeye devam etme hissi insanı güçlü kılan yanıdır.
Güçlü yanlarını gündelik yaşamının bir parçası haline getirenler ile onu bir
ömür boyu prensip edinenler haliyle bir olmaz olamazlar. İnsan yaratılış
duyarlılığını keşfetmemişse eğer sanatla işi olmaz. Oysaki sanat zaman ve yaşam
değerlerini insanın aklından çıkarır ona bambaşka haz veren anlamlar yükler. Bu
anlamlar insani tüm güzel duygulardan verimli lezzet almak; düşünsel ve
sezgisel açıdan hayatı daha iyi okuyabilme ve yaşayabilme becerilerini verir.
Günümüze
aksetmiş tarihin tozlu ve derin havasını yaşatan birçok esere bakınca şaşırıyorken
atalarımızın bize bıraktığı en büyük eserlerden biri olan yayı ne kadar basite
alırız. Oysaki beni hep hayran bırakan, yüreğimi dolduran "Kavs" ve
"Kabza" isimleriyle de anılan yay, sanıldığı gibi basit bir ağacı
biraz büküp bir ip bağlamakla olmuyor. Oldukça teferruatlı olan yay dört ayrı
kısımdan oluşur; Ağaç, boynuz, sinir ve tutkal. Yay için en ideal ağaç, akça
ağaçtır. Akça ağaç hilâl şeklinde bükülüp üç gün boyunca soğuk suyun içinde
tutulur. Daha sonra suyun bulunduğu kazan ateşte ısıtılır, ağaç yumuşayınca yay
tezgâhı denilen kertikli tahtaya takılıp gerilerek rutubetsiz bir yerde bir
sene kadar bekletilir. Sonra da manda boynuzundan yayın üst kısmına kabuk ilâve
edilir. Öküzlerin ayaklarından dizlerine kadar olan yerden alınan sinirler, yay
tımarı sandığında dimdik hâle gelinceye kadar kurutulup, som mermer taşta tel
tel oluncaya kadar ezilir, demir taraklarla taranarak, Mersin balığının
damağından elde edilen tutkalla yaylara yapıştırılır. Yıllarca dayanabilmesi
için, yayın sırt kısmına atın sağrı derisi ve kayın ağacı kabuğu yapıştırılıp
sandalız yağı sürülürdü. Bu kadar külfetle elde edilen yay, öyle sağlam
olurdu ki, bu yayı kurmak için pehlivan gücüne ve pazılarına sâhip olmak
gerekirdi.
Dünyayı hayran bırakan uzak mesafelere ok atan ceddimizin modern zamanlar
hariç yay yapımındaki ulaştığı teknoloji akıl almaz biçimde. Sanatın yay ile ne
alakası var diyebiliriz; öylesine basitçe değil sadece zamanla alakalı
ihtiyaçlar çekilen sıkıntılar özünden
gelen bir hissiyat ile duyguların filizlenmesi yaratıcının insana bir lütfudur.
O yaylar belki Selimiye’yi, Süleymaniye’yi yaptıran bir gelişimin ilk izleriydi
kim bilir… Kadim zamanları düşününce zorlanıyorum anlamlar yerine oturmuyor.
Mutlak gücün sahibi Rabbimiz aklıma geliyor ve rahatlıyorum çünkü o “Mersin
balığının ağzındaki tutkalı keşfeden biri muhtemelen öküzlerin arka ayaklarında
çıkarılan lifleri de kullanacaktır.
Samimiyet
ile yapılan her işin sanata akisleri zamanla yoğrulurken aktarıldığı dönemlere birçok
kadim izler bırakır. Günümüze yetişmiş eserlerin bir söylem biçimi ile kendini sanatkârını
anlatırken bulunduğu şehre kente bıraktığı tüm sinyallerin ulaştığı bir
taşıyıcısı vardır illaki. Şimdi sıra bizde ne yapalım da şu gök kubbede hoş bir
seda bırakabilelim..
Günümüze
aksetmiş tarihin tozlu ve derin havasını yaşatan birçok esere bakınca şaşırıyorken
atalarımızın bize bıraktığı en büyük eserlerden biri olan yayı ne kadar basite
alırız. Oysaki beni hep hayran bırakan, yüreğimi dolduran "Kavs" ve
"Kabza" isimleriyle de anılan yay, sanıldığı gibi basit bir ağacı
biraz büküp bir ip bağlamakla olmuyor. Oldukça teferruatlı olan yay dört ayrı
kısımdan oluşur; Ağaç, boynuz, sinir ve tutkal. Yay için en ideal ağaç, akça
ağaçtır. Akça ağaç hilâl şeklinde bükülüp üç gün boyunca soğuk suyun içinde
tutulur. Daha sonra suyun bulunduğu kazan ateşte ısıtılır, ağaç yumuşayınca yay
tezgâhı denilen kertikli tahtaya takılıp gerilerek rutubetsiz bir yerde bir
sene kadar bekletilir. Sonra da manda boynuzundan yayın üst kısmına kabuk ilâve
edilir. Öküzlerin ayaklarından dizlerine kadar olan yerden alınan sinirler, yay
tımarı sandığında dimdik hâle gelinceye kadar kurutulup, som mermer taşta tel
tel oluncaya kadar ezilir, demir taraklarla taranarak, Mersin balığının
damağından elde edilen tutkalla yaylara yapıştırılır. Yıllarca dayanabilmesi
için, yayın sırt kısmına atın sağrı derisi ve kayın ağacı kabuğu yapıştırılıp
sandalız yağı sürülürdü. Bu kadar külfetle elde edilen yay, öyle sağlam
olurdu ki, bu yayı kurmak için pehlivan gücüne ve pazılarına sâhip olmak
gerekirdi.
Dünyayı hayran bırakan uzak mesafelere ok atan ceddimizin modern zamanlar
hariç yay yapımındaki ulaştığı teknoloji akıl almaz biçimde. Sanatın yay ile ne
alakası var diyebiliriz; öylesine basitçe değil sadece zamanla alakalı
ihtiyaçlar çekilen sıkıntılar özünden
gelen bir hissiyat ile duyguların filizlenmesi yaratıcının insana bir lütfudur.
O yaylar belki Selimiye’yi, Süleymaniye’yi yaptıran bir gelişimin ilk izleriydi
kim bilir… Kadim zamanları düşününce zorlanıyorum anlamlar yerine oturmuyor.
Mutlak gücün sahibi Rabbimiz aklıma geliyor ve rahatlıyorum çünkü o “Mersin
balığının ağzındaki tutkalı keşfeden biri muhtemelen öküzlerin arka ayaklarında
çıkarılan lifleri de kullanacaktır.
Samimiyet
ile yapılan her işin sanata akisleri zamanla yoğrulurken aktarıldığı dönemlere birçok
kadim izler bırakır. Günümüze yetişmiş eserlerin bir söylem biçimi ile kendini sanatkârını
anlatırken bulunduğu şehre kente bıraktığı tüm sinyallerin ulaştığı bir
taşıyıcısı vardır illaki. Şimdi sıra bizde ne yapalım da şu gök kubbede hoş bir
seda bırakabilelim..
Yazı Ve Fotoğraf
Mustafa BİNOL