SOKAK ÇALGICILARI

Taşı toprağı altın olduğuna inanılan şehirlerde hayatın, çoğu zaman taş gibi soğuk ve sert çehresiyle karşılaşan ”Yine ne varsa memleketimde, özümde, uzviyetimin bir parçası olan toprağımda ve onun değerlerinde var”  dercesine ekmeklerini sazlarından, pınar başlarında, dağ yamaçlarında çaldıkları kavallardan alaylı taşra insanlarının yanı sıra senelerce konservatuar okumuş, kendilerini tatmin edemedikleri mekânlardan sonra, sokağın yani hayatın içine dalan okullu müzisyenler sokağımızın, caddemizin müzisyenleridir.

Daha ziyade kalabalık, hiç kimsenin kıyafetine, haline, tavrına bakmadığı iki yanı kafelerde, lokantalarda, alışveriş merkezleriyle dolu caddelerde, metrolarda çalan bu kişi veya topluluklar diplomalarının haklarını vermeyen, sanatın değerini ve manasını anlamayan insanlara bir anlamda kusurlarını gösteriyorlar. “Ayaklarımın dibine açılan bu mendil, yanı başıma konulan bu kutu, sanatımın değersizliğini değil, sanatın sizin katınızdaki değerini gösteriyor.”

“Bütün bu değerlendirmeler tehlikelidir, bu da dâhil” diyen kişiye hak vererek belirtmek gerekir ki sokak çalgısının bin bir çeşidi olabilir. Sokak çalgıcısının sokakta oluşunun bin bir ayrı sebebi ve anlamı olabilir. Bu sadece şahsi zevkten, kişinin, müziği dar dinleyici kitlesinden ziyade, akmakta olan hayata yüzleştirmek arzusundan da kaynaklanabilir.

Yukarıda değinildiği gibi, sokak çalgısının her ne kadar gelenekte az çok var olduğunu kabul edilse bile, esasen sokak çalgısının modernizmle, şehirleşmeyle, neşv ü nema bulduğunu söylemek yanlış olmaz.

Sokak müziği şehirli bir müziktir. Bugünkü dünyanın metropollerinde örneklerine ve çeşitlerine sıkça rastlanan sokak çalgıcıları, modern insanın hızlı hayatlarıyla, bu hayatın, durup düşünmeye imkân bırakmayan, sürekli hareket etmek ve değişmekten yana olan, bir yerde konaklamaktan ziyade sürekli değişmeye dayalı hayat tarzına olgusuna çok bağlıdır. Bu halleriyle sokak çalgıcıları şehir dekorunun renkli ve sevimli aksesuarları olarak görmek de mümkündür. İstanbul’un her milleti, her yaşı, her cinsi, her dini kucaklayan peyzajının en mucizeli yerlerinden birisi olan İstiklal Caddesi’nin bazıları seyyare (gezgin) bazıları sabite olan çalgıcıları, artık hafıza ve hatıraların değişmez unsurlarıdır. Bu müzisyenlerden yoksun bir İstiklal, bundan sonra yarım bir istiklaldir.

Musiki duaya benzer. Dua, Allah’ı kendi çırpınışımızla içimizden bir şey gibi yaratır. Öğretilen her şey, bütün akideler, korkular, engeller insanın kendi üstüne katlandığı, varlığındaki biçareliğin şuuruna erdiği, onu ezici kâinatla karşı karşıya gördüğü bu yalnızlık anında hepsi unutulur. Bu biçarelik şuurunun, bu yalnızlığın arasından Allah bütün parlaklığıyla doğar. Musikide öyledir. Kendi üzerine döndükçe kendisini, hedefini, mevzuunu yaratır. Musikinin maddesi yoktur. Başlangıcı vardır. Bu, hançerimizin veya asabımızın -Valeriy’nin dediği gibi- bir gıcıklanıştır. Geri taraf, asıl kumaş kendiliğinden ve kâinatıyla birlikte beraber doğar. Maddesi olmadığı için insanı ele alarak işe başlar, onu siler, değiştirir, ona ayrı zamanlar icat eder. Sonunda tıpkı dua gibi ortada benden başka bir şey olan bir “ben” kalır ve bu benlik kâinatın bir nevi eşitidir.

Tanpınar’ın İsmail Dede hakkında yazdığı bir yazıdan alınan yukarıdaki cümleler, müziğin, insanoğlunu beşerî ve ilahi hadlerin arasında nasıl bir seyre çıkardığını, aradaki bütün sebepleri, vasıtaları silerek, insanı yaratıcısıyla nasıl buluşturduğunu zarif ve net şekilde gösteriyor.  Müzik elbette diğer sanatlar gibi ferdi ve milli bir zevk ve seviye ürünü olan bir göstergedir. Nağmeler toplumların ve kavimlerin söze ihtiyaç duymayan nakış ve hafızalarıdır.

Dikkate değer olan şudur ki, bu kadar yerel ve milli olan bu sanatın aynı zamanda belki de evrensel, en cihanşümul sanattır. Çünkü malzemesi sestir, nağmedir. Sokak çalgısının caddelerde, metrolarda sık sık karşımıza çıkması işte müziğin bu özelliğiyle de yakından ilgisi vardır.  Bir Avrupa şehrinin küçük bir kasabasından çıkıp “Özge âlemler temaşa etme” isteğiyle Doğu’ya gelen bir seyyahın, sadece mızıkasına güvenerek şehir şehir gezebilmesi, karnının acıktığı yerde bağdaş kurup müziğini yapması ve kazandığıyla yemeğini alabilmesi sokak çalgısının evrenselliğini, kültürler arasındaki arabulucu misyonunu da en iyi şekilde göstermektedir. Bu tür bir icra, bu yönden bakıldığında bir kültür elçisi, bir barış davetkârıdır. Sanatın birçok kolunda olduğu gibi sokak çalgısında da renkler, inançlar, cinsler, ideolojiler vs. insanlığı farklı noktalara dağıtan birçok unsur silinir ve ortada kâinatın düşünebilen, hissedebilen parçası olan “İnsan” kalır.

 

Yazı Ve Fotoğraf
Yazı:Seda YEŞİLDAL Fotoğraflar:Kerem DEĞER