Pekmez Gibi Malın Olsun, Antalya’dan Sinek Gelir

İnsanoğlu nasıl bir tasarımda yaratılmış donatılmış ah bir düşünebilsek. Daha önceki yazılarım için kaynak araştırırken öğrendiğim bilgi, tecrübe ve okumalardan edinebildiğim ‘yaşamsal gerçeklikler’ bazen beni öyle bir düşünce çıkmazına sokuyor ki bir hayli uğraştırıyor. Son yazım pekmezde aynı soruları bana yüzlerce kez sordurdu. Nedir bu pekmez? Bunu kim buldu? Nasıl buldu? Hangi ihtiyaçtan? Hangi aklın eseri yoksa insanın tüm donanımlarını yüklenmiş kodlanmış olmasından mı?

Bizim kültürümüzde değer ihtiva eden bağcılığın ilk vatanı olarak bilinen Anadolu topraklarında sadece üzümden değil asit oranı yüksek meyvelerden de pekmez yapılmakta olduğunu gözlemlemekteyiz. Eski kaynaklarda üzümün vatanı oluğunu bildiğimiz bu coğrafyanın şeker olmadığı zamanlarda bal ve pekmezi tatlanmasını istediği tüm ürünlere katmıştır. Hasadın uzun süreli fayda sağlaması adına pekmez ve farklı yöntemler kullanılarak fayda alanı genişletilen kurutma yöntemi. Eski dönemlerde şifa reçetesi olarak tavsiye edilen pekmez kışın kan değerlerini yükselttiğinden insanın içini de ısıtıyor.

Üzüm bir meyve, benim için en değerli meyvelerdendir lezzet açısından, çok hoş ferahlık veren bir meyve ama işleme konulunca ekşi mi ekşi sirke, tatlı mı tatlı pekmez ve bize haram kılınmış olan şarap yapılıyor. Tüm bunlara insanın gücü ve aklı acaba nasıl yetişebildi? Kendi tarihimizden birkaç örnek vermek gerekirse mesela çini boyaları, ebrunun yapılışı, bir Türk yayı ve oku, benzeri birçok işin yapılışına bakınca insanın bunlara nasıl ve ne şekilde ihtiyaç duyduğunu ve bunları nasıl ürettiğini düşünmeden edemiyorum.

Pekmez yapımını başından sonuna dek birçok kez izleme ve fotoğraflama fırsatım oldu. Her izleyişimde; üzüm toplanıp güzelce çuvallanarak ezilir, suyu çıkarılıp belirli bir şekilde büyük kazanlara yerleştirilip mayalanması için üzerine killi toprak atılır. Sonra süzülerek kaynatma işlemine geçilir. En sonunda saatlerce kaynayan üzüm suyu size özel bir lezzete dönüşür.

Tabi pekmezin yapımını kısaca anlattım ancak bütün bu işlemlerin büyük bir zamana ve emeğe ihtiyacı olduğunu, bunu da bilgi ve tecrübeyle yoğuran Anadolu insanı kadim geçmişinden gelen bu lezzeti hâlâ damaklarımıza ikram ediyor. Her ne kadar bu iş sektör haline gelmiş olsa da illaki geleneksel yöntemlerden vazgeçmiyoruz. Haydi, yönümüzü Anadolu’nun göbeğinde üzümü, pekmezi, kurutulmuş yeşil üzümü ve birçok meyvesi olan aynı zamanda gönüllerin de huzurunda lezzetlendiği Hâdimî Hazretleri’nin beldesine Aladağ’a doğru yola çıkalım.

Aladağ rakımı 500 ila 1850 arasında değişen Hadim’e bağlı yaklaşık on beş köyü olan ve tam ortasından ülkemizin en güzel şelalelerinden birini barındıran bir dünya cenneti. Yeşil bir vadinin ortasında bağların arasından geçerken Hâdimlilerin yamaçlara kurdukları küçük küçük bağlarını bozmalarına, siyah üzümü kurutup pekmez için üzüm toplamalarına şahit olmak. Yine ne zahmetlerle ve emeklerle üzümün pekmeze, pekmezin derde deva damak çatlatan bir ihtiyaca dönüşmesine bu muhteşem sanat eserinin ortaya çıkmasına tanıklık etmek. Bu coğrafyanın bahşettiklerini yine ülkesine ve milletine karşı misafirperverce davranarak iyiliği, dürüstlüğü, çalışkanlığı, vatanseverliği, fedakârlığı ve vefakârlığı ile aktaran yüce gönüllü Anadolu insanı. 

“Güzel malı olan kimse alıcı kaygısı çekmez.”          

Evet, bu vadinin yolu yamaç, işi ağır, suyu soğuk ama meyvesi, üzümü, pekmezi de fevkalade; tıpkı bu güzelliği kendisinde biriktiren tüm lezzetleri sana muhabbeti ile sunan insanları gibi… Selam olsun.

Yazı Ve Fotoğraf
Mustafa Binol