Kültürel Miraslar Hazinesi NİĞDE

Anadolu’nun kadim şehirlerinden olan ve bir çok medeniyete tanıklık etmiş, geçmişi 10 bin yıllık bir tarihe dayanan Niğde’de, özellikle Bahçeli-Çamardı ve Kestel kazılarında ortaya çıkan buluntular, kent tarihine dair önemli ipuçları ortaya çıkarmıştır. İlk dönemlerinde Hititler ve Asurluların yaşadıkları bilinmektedir. Sonraları ise bu kadim şehre Frigler, Romalılar, Medler, Persler hâkim olmuş ardından 1071 Malazgirt Savaşı sonrası bölgenin hâkimiyeti Türklerin eline geçmiş, Selçuklular ve Osmanlılar uzun yıllar bu topraklarda hüküm sürmüşlerdir.

Niğde’ye Uluslararası Artquake resim sergisi için gitmiştim. İç Anadolu bölgemizin güney doğusunda yer alan bu güzel şehir adeta bir açık hava müzesi gibi.

Sabahın ilk saatlerinde Üniversite misafirhanesi Göcü konağında güzel bir yöresel kahvaltının ardından kaleyi özellikle de Alâeddin Camisi’ni görmek üzere çocukluk arkadaşım Savaş Bey ile yürüyoruz. Hava biraz serin, lakin tarihte farklı medeniyetlere  tanıklık etmiş bu güzel şehri keşfetmek  için sabırsız adımlarla kaleye çıkıyoruz..

Bizi görkemli mukarnas kavsaralı taç kapısıyla muhteşem mimari örneği Alâeddin Camisi tüm ihtişamıyla karşılıyor.

 

 Alâeddin Camii

1233 yılında Selçuklu döneminde siyasi ve cami medrese kale  banisi olarak bilinen  Zeyneddin Beşare  tarafından,1233 yılında; I. Alâeddin Keykubat adına yaptırılmıştır. Görkemli taç kapısındaki Selçuklu Türk motifleri bizi adeta büyülüyor. Kalenin güneyinde yer alan kuzey- güney yönünde iki kapılı dikdörtgen planlı, çok destekli ve çok bölüntülü, mihrap önü yan yana üç kubbeli ve avlusuz plan tipinde bir yapıdır. Bu muhteşem cami, kubbe ve tonozları bakımından diğer yapılardan farklı bir konuma sahiptir. Bazilika tipindeki yapının doğu yönündeki taç kapısında yoğun olarak bezmeleri görmek mümkün. Kavsara köşeliklerini delik işi kabaralar ile üzerlerini saçları örgülü insan başları süslemektedir. İki insan başının kozmolojik anlamlı ay ve güneşi simgelediği veya camiyi inşaa eden kitabede isimleri yazılı olan Mimar Üstat Sıddık ve kardeşi Gazi’ye işaret ettiği varsayılıyormuş. Taç kapıların arasındaki kuzeydoğu köşede Selçuklu sanatının tipik örneklerinden iki renkli kesme taştan yapılmış silindirik minare mevcuttur.

Güney duvarında bulunan Mihrap hem içe hem de dışa kademelidir. Bitişiğine minber mevcuttur. Dışta dikdörtgen nişli ve dört sıra mukarnas kavsaralı, içte beş cepheli ve beş sıra mukarnas kavsaralı iç içe sizi adeta içine çeken iki mihrap kurgusu yapılmıştır. Bu iki mihrap kurgusu adeta dışarıdaki iki taç kapının (kuzey ve doğu) içe yansıtılmış görünümü gibidir.

Mihrap önü, üç kubbe ile örtülüdür. Batıdaki kubbe sekiz bölümlü mukarnaslı tromplara sahiptir. Doğudaki kubbe ise iki pandandif ve iki tromp üzerine oturtulmuş camiyi gezerken adeta yüzyıllar öncesinin Selçuklu Niğde’sinde hissediyoruz kendimizi.

Taç Başlı Kadın Efsanesi: Camiyi gezerken bize eşlik eden dostumuz Şahin Mercan Bey, bize taçlı kadın başını mutlaka görmemizi tavsiye etti. Ancak, bu taçlı kadın başı, uygun ışık-güneş vurduğunda, kapıya vuran bir gölgeymiş. Özellikle, nisan mayıs aylarında günün ilk ışıklarında kadın silüetini görmek mümkün olabiliyormuş. Bu kadın ile ilgili halk arasında bir şehir efsanesi dolaştığını söylenir. Söylenceye göre “Selçuklu Sancakbeyi Zeyneddin Beşare’nın güzel bir kızı vardır. Sancakbeyi, merkeze güzel bir cami yaptırmak ister. Caminin taş ustası, Sancakbeyinin kızını görünce, ona âşık olur ve kendisi için ümitsiz olan bu aşkını sonsuza dek yaşatmak için: kızın yüz kısmının silüetini, caminin kapı duvarının taşlarına işler ve ışık geldikçe, kadın silüeti ortaya çıkar.”

Niğde Kalesi

Niğde’ye hâkim Alaaddin Tepesinde bulunan kalenin tarihine dair kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte araştırmacılar tarafından dönemsel olarak Anadolu Selçuklu dönemine tarihlenmektedir.  1740 yılında, Sultan I. Mahmud zamanında Sadrazam İshak Paşa tarafından kalenin geniş çaplı bir onarımının yapıldığı bilinmektedir. Kale Tepe şehir panoraması için muhteşem bir mekân olmuştur. Temiz, bakımlı, ferah lakin surların tamamı mevcut değildir. Bu nedenle sadece kuzeydoğu bölümünde, hisar içi bölümünü gezebiliyoruz. Kalenin tek burcu da burada yer alıyor. Ziyaretçiler için düşünülmüş bir kafesi mevcut burada biraz soluklanıp bir bardak çay içtikten sonra saat kulesi(çan kulesi)’ne çıkıyoruz. Alâeddin camisi de burada bulunuyor.

Saat Kulesi

Şehir siluetinin en önemli unsurlarından biri olan saat kulesi; Niğde Kalesi’nin batı kısmındaki yıkılan burçlardan birinin üzerine, Sultan II. Abdülhamid’in, tahta çıkışının 25’nci yılı anısına, 1901 yılında yaptırıldığı bilinmektedir.

Rahmaniye Camisi

1747 yılında Abdurrahman paşa tarafından yaptırılan dikdörtgen planlı düz damlı camiler gurubundan bir küçük, şirin cami kalede mutlaka görülmesi gereken bir mabed. Tek şerefeli Mihrabı mukarnas kavsaralı taç kısmında üçgen alınlıklar barok tarzda dal ve çiçeklerle bezenmiş  huzur veren bir mescid.

Rahmaniye Camisini gördükten sonra kale kapısında mahallelinin büyük bakır kazanlarda geleneksel yöntemlerle  kabak reçeli yapımını izliyor onlarla sohbet ettikten sonra şehir merkezine iniyoruz..

 

Ak Medrese

Niğde’nin yine sembol eserlerinden biri olan bu medrese Karaman Beyi Alaeddin Ali Bey tarafından, 1409-1410 yılları arasında yaptırılmıştır. Kitabesi girişte görünen medresenin görkemli taç kapısında tamamen beyaz mermer kullanılmasından mütevellit adına Ak medrese denmiştir. Bu portal, son derece zengin  bezemeli olup yapının geneline sadelik hâkimdir. Benzersiz özelliklere sahip olmasıyla bilinse de yapı Bursa Çekirge’deki Hüdavendigar Camii cephesiyle ilişkilendirilmiştir. Bunun nedeni de Karamanoğlu Ali Bey, Dedesi Sultan Muradın yanında Bursa’da yaşamış, Çelebi Sultan Mehmed’in kızıyla evlenmiştir. Bu dönemsellik nedeniyle mimarinin Osmanlı sanatıyla ilişkilendirilmiş olduğu düşünülmektedir. 1939–1950 yılları arasında II. Dünya savaşı tehlikesine karşı İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin deposu olarak kullanılmıştır. Niğde’nin sembol eseri Ak Medrese’yi ve onun ihtişamlı beyaz mermerlerden yapılmış taç kapısını görmeden sakın gitmeyin..

Rum Kilisesi

Kaleden inerken hemen solumuzda açık alan içinde bulunan tarihî kiliseyi görmeden geçmek olmazdı kapıları kapalı metruk bir haldeki bu anıtsal yapıyı görüp de üzülmemek mümkün değil. Düzgün bazalit kesme taşlardan yapılmış bazilikanın yanlarda ve ortada altışar sütun üzerine oturan nar teksi mevcuttur. Yaprak motifleriyle süslü sütun başlıklarını görmek mümkün lakin havari ve melek tasvirleri yok olmaya yüz tutmuş. Neyse ki Niğde’nin yetiştirdiği önemli sanatçılardan biri olan dostum Safa Büte buranın bir restorasyon projesi olduğunu ve kısa zamanda Niğde’nin önemli bir sanat merkezine dönüştürüleceği bilgisini alınca biraz ülkemin kültür mirasının korunması adına seviniyorum…

 

 

Hüdavend Hatun Türbesi

1312 yılında Selçuklular döneminde Rukneddin Kılıçarslan’ın kızı Hüdavend Hatun tarafından yaptırılan, Niğde şehrinin anıt yapılarından birisi olan bu kümbet mimari olarak ilginç bir yapıya sahiptir. Sanki bir kaç medeniyetin mimari kodlarını adeta üzerinde barındırıyor. Öncelikli olarak Selçuklu mezar anıtı ve Selçuklu sanatının nadide bir yorumu olup, sekizgen gövdesi, on altıgen külahı ve hayvan sembolleriyle, benzerlerinden farklı bir yapıdır. Selçuklularda koruyucu özelliği ile güç ve gök ile ilişkili olarak yaygın olarak kullanılan çift başlı kartal sembolü ile eski Türk inanışlarına işaret ediyor olabileceği gibi çift başlı kartal Doğu Roma’nın da simgesel olarak kullandığı bir figür olduğu bilinmektedir. Orta Asya eski Türk gelenekleri ile Anadolu irfanı ve İslam inancının bütünleştiği sandukalarıyla muhteşem bir yapıdır. Mezar taşına göre 1332 yılında vefat eden Hüdavend Hatun’un kümbeti ölümünden 20 yıl önce yaptırdığını göstermektedir. Burada farklı bir huzurun farklı bir ruhsal yükselişin izlerini bulacağınızdan eminim.

Gümüşler Manastırı

Yapıldığı dönem kesin olarak bilinmemekle birlikte araştırmacılar tarafından M.S 8 ile 12 yüzyıla tarihlenen Manastır şehir merkezine 9 km. uzaklıktaki Gümüşler kasabasındadır.

Birçok ülkede birçok inanç mabetleri tapınaklar görmüş biri olarak ben de ilk olarak Etiyopya'nın kuzeyindeki Amhara Bölgesi'nde gördüğüm dünya mirası kabul edilen Lalibela kaya-oyma kiliselerini hatırlattı. Çok merak ettiğim bir yerdi ve uzun zamandır görmek için heyecan duyduğum bir miras alanı olan Gümüşler Manastırı’nı akşamın kıyısına yaklaştığımız bir zaman diliminde arkadaşım Savaş ile hızlıca gezmek zorundayız. Kapadokya bölgesinde çokça kaya oyma kilise mevcut olup bunlardan gönümüze ulaşan en iyi korunmuş kaya kiliselerin başında Gümüşler Manastırı geliyormuş. Açık avlulu bir manastır olan bu esrarengiz manastıra yaklaşık 8-10 m’lik üzeri tonozla örtülü bir geçitten geçerek giriyoruz. Geçidin iki tarafında kayalara oyulmuş, iki oda mevcut hayret ve merak içindeyiz, bir eşi benzeri daha yok kesinlikle. Yaklaşık 200 m2’lik bir avlu etrafına oyulmuş mekânlar yer altı yaşam odaları sığınaklar bir birleriyle bağlanmış dehlizlerden oluşuyor ve zeminde mezar oyukları yer alıyor. Görkemli avlunun kuzey bölümünde, kayalara oyulmuş kemerlerle birbirine bağlanmış ve o alanda 9 sütunlu bir alan mevcut. İç bölümlere geçtiğimizde asıl mekâna ulaşıyoruz. Şüphesiz Manastırın en önemli bölümü oyulmuş kilise kısmı. Haç planlı kilise: 5.50 x 3.50 metre ölçülerindedir. Toprak zeminli ön bölümde, yere gömülmüş büyük tahıl küpleri mevcut. Kilisenin içinde bulunan fresklerde güçlü canlı dinamik renkler kullanılmış. Ayrıca yapıyı inşaa eden ustalar etki için kırmızı ve koyu yeşil renkler kullanılmış.

İkonografik tarzda yapılan eşsiz duvar resimleri sizi farklı bir zamana yolculuk yaptırıyor adeta kulaklarınızda gaipten sesler geliyor… Hz. İsa ve Hz. Meryem fresklerinde bol bol flaş kullanmadan fotoğraflar çekiyor manastırın dilek kuyusuna birkaç bozukluk atarak hurafe geleneğine küçük bir katkı yapıyor ve yetkililere teşekkür ederek 1973 yılında arkeolojik sit alanı ilan edilmiş ve çok güzel korunan bu miras alanımızdan akşam karanlığı çökmek üzereyken ayrılıyoruz. Türkiye’de görülmesi olmazsa olmaz mekânlardan biridir diye düşünüyorum…

Özellikle halısıyla dünya markası bu şehrin ekonomik hayatında “patates ve elma” üretimi çok büyük yer tutmakta. Niğde Müzesi bir sonraki yazımızda yer alacak. Bir sonraki Niğde seyahatimizde ise programımızda Roma Havuzu, Tyana ve Göllü Dağ Antik Kentleri olacak. Unutmadan yöre mutfağını mutlaka deneyin bize mihmandarlık eden Şahin Mercan Hocam sağ olsun bize bölgenin tirit, soğan yahnisi ve borani yemeklerini tattırdı. Gerçekten gezmekle anlatmakla bitiremeyeceğimiz bir kültürel miras alanı olan Niğde’de iki günü dolu dolu geçirdik. Alakadar olan tüm dostlara teşekkür ederek güzel şehrimiz Niğde’ye veda ediyoruz.

 

 

Yazı Ve Fotoğraf
KÖŞE BUCAK DÜNYA DERGİSİ