
Geçtiğimiz
yıl Eylül ayında yaptığım yolculuğu sizlerle uzun süredir paylaşmak istiyordum.
Aylardır beklediğim ilham perim sonunda beni ziyaret etti, bende oturdum
bilgisayarımın başına.
Bir hazırlık, bir telaş yolculuğumuz Almanya’ya. Şimdi
hemen uçakla gittiğimizi düşünmeyin! Arabamızla yaptığımız yorucu bir o kadar da
eğlenceli bir yolculuktu. Uzun zamandır bu günü bekliyor, hayalini kuruyordum. Bir pazar günü annem, abim, aile dostumuz
Betül ablam ve eşi Ferhat ablimle çıktık yola. Konya’dan Sapanca’ya kadar
durmadan ilerledik. Her yolculuğumuzda mutlaka Sapanca Gölü yakınlarındaki
dinlenme tesisinde biraz dinlenir sonra yolumuza devam ederiz. İstanbul’a yatsı
namazı saatinde vardık. Ayasofya Cami’de namazımızı kıldıktan sonra Edirne’ye
kadar yolumuza devam ettik. Geceyi Edirne’de bir otelde geçirdik. Sabah
olduğunda ilk Edirne Ulu Camii daha sonra Selimiye Cami’de de namaz kıldık. Çok
oyalanmadan Covid-19 testini yaptırmak için Kapı Kule Gümrüğüne gittik. Testlerimizin
negatif çıkması sonucuyla Türkiye’ye artık bir süreliğine veda edebiliriz. Sırasıyla
Bulgaristan, Sırbistan, Macaristan, Çekya... Çekya’da Prag’ın içinden geçtik.
Hep gezip görmek istediğim bir şehirdi. Maalesef şehrin içinden geçip yolumuza
devam ediyoruz. O bile yetti. Neden mi? Arabada giderken penceremi sonuna kadar
açtım, şehrin kokusunu içime çektim. Gözlerimi kapattım, kalbimde hissettim. Binalarda süsleme niyetine kullanılan heykel
kabaraları da gözümden kaçmadı haliyle.
Üç gün süren yolculuğun sonunda Almanya’ya varmıştık.
Berlin’de kalacağımız süre kısıtlı olduğundan ( ya da biz öyle düşündüğümüzden)
çok fazla dinlenemeden gezmelere başladık. Nelerle karşılaşacağımızı bilmeden,
ne kadar kalacağımızı bilmeden... Çoğu yeri birlikte büyüdüğüm can dostum Merve
ile beraber gezdik. Sayesinde Berlin’in altını üstüne getirdik
diyebilirim. Merve ile ilk durağım Yıkık
Kilise olarak bilinen Kaiser Wilhelm Gedächtniskirche. I. Wilhelm anısına, Romanesk
tarzda yapılan bu kilise ikinci dünya savaşında tahrip edilmiş, çatısı
yıkılmış. Günümüzde kilisenin yanına tekrar daha modern bir kilise inşa
edilmiş, eski kilise ise bir anıt olarak kalmış. Kilise mozaiklerle süslenmiş
gösterişli bir tavana sahip olduğundan tavandan gözlerimi alamadım. Kilisemize bir
hatıra mumu yakarken acaba günah mı diye sorarak bir sonraki durağımıza geçtik.
Barok dönemine ait Berlin’in tek mirası sayılan ve en büyük sarayı kabul edilen
Charlottenburg Sarayı tüm ihtişamıyla gözlerimizi büyüledi. Sarayımızın
bahçesinde bir prenses edası ile bir gezintiye çıktık. Güzel bir yürüyüş
alanına sahip olan sarayımızı gezerken acıktığımızı fark ederek Hint restoranına
gitmeyi tercih ettik. Berlin’de Türk, Arap, Hint ve daha birçok ülke mutfağı
yemeklerini deneyerek kendinizi başka ülkelerde de hissedebilirsiniz. Bu konuda
çok başarılılar. Türk dönerini Berlin’de denedikten sonra ne dediğimi daha iyi
anlayacaksınız. Tabii alışverişi de unutmamak lazım. Almanya’nın en büyük
meydanı olan Alexanderplatz aynı zamanda Dünya saati ve Televizyon Kulesi’nin
(Fernsehturm) bulunduğu büyük bir alana sahip. Alışverişten sonra Televizyon
Kulesine çıkarak tüm Berlin’i seyre dalabilir, yorgunluğunuza veda
edebilirsiniz. Bense araba penceresinde şehri izlemeyi tercih ediyorum. Camı
biraz indirerek şehrin kokusunu hissetmeyi seviyorum. Binaların yapılarını
izlerken buluyorum kendimi çoğu zaman ya da gökyüzündeki kuşların dansını...
Berlin Işık Festivalini görmek nasip oldu bu gezimde.
Berlin’in çeşitli mekânlarında yapılan bu festivale bende Brandenburger Tor’da
Kevser ablam ile birlikte katıldım. Tabii bunu izlemek için evden biraz erken
çıktık. İlk önce bir gündüz gözü ile çekimlerimizi yaptık, daha sonra yolun
biraz aşağısında kalan ve Avrupa’da Katledilen Yahudilerin (Denkmal für die Ermordeten Juden Europas)
anısına inşa edilen anıta gittik. Festival saati yaklaşınca Brandenburger
kapısına geri döndük. On iki sütun, altı giriş ve altı çıkış kapısından oluşan
kapının ortasında bulunan yol sadece kraliyet ailesinin kullandığı yolmuş. Kapı
üstünde ise Quadriga
bu yapıya ayrı bir hava katıyor. Festival saat dokuzda Brandenburger
kapısına yansıtılan video ile başladı. Herkes elinde telefon ve kameraları ile
birlikte bu anı bekliyordu, Bizde Kevser ablamla bu görüntüleri kayda almayı
unutmadık. Her eve döndüğümüzde yorgunluktan ne hale geldiğimizi söylememe
gerek yok sanırım.
Gezdiğim
süre boyunca yeni yerler keşfetmemin verdiği mutluluğu ve eski anılarımın gözümde
tekrar canlanmasının vermiş olduğu duygusallıkla bu satırları yazıyorum. Tegel
gölü, Merve ile birlikte çocukluğumuzda kuğuları beslediğimiz bu yere yıllar sonra
yine birlikte gelmemiz hatıraların gözümden film şeridi gibi geçmesine neden
oldu. Gölün kenarındaki basamaklara oturup biraz eskileri yâd ettik. Suyun ve
gökyüzünün verdiği huzur...
Doğu ve Batı olarak Almanya’yı ayıran, 1989 yılında
yıkılan Berlin Duvarı’nı gelip de görmemek olmaz. Annem ve abimle Duvar boyu
yürüyüş yaptık. Sokak şarkıcıları ile karşılaşmamak imkansız bu şehirde. Tabi
bizde biraz dinleyip yolumuza devam ettik.
Bir
şehri sadece gezerek tanıyamazsınız. Gezdiğiniz şehrin tarihini bilmek size o
şehri kalbinizde hissettirir. Şehrin binalarını kitap gibi okuyabilirseniz o
şehri anlarsınız. O şehri tanımak istiyorsanız, kaybolun. Nasıl kayblursunuz
bilmem ama kendinizi kaybedin, o zaman şehri herşeyiyle kuşatmış olursunuz.
Bizde annemle U-Bhanlarda kaybolduk. Bir değil, iki değil hem de kaç kere. Yok
o trendi, yok o otobüstü, kaç kere in bin yaptık Allah bilir. Sonunda bulduk
mu? Bulduk. Checkpoint Charlie, Doğu-Batı geçiş alanı. Amerika ve Sovyetler
Birliğinin karşılıklı beklediği üçüncü kontrol noktası. Daha fazla kaybolmayı
göze alamadığımızdan yürüyerek yolumuza devam ettik. İlla kaybolmanıza gerek
yok, sokaklarında dolanın, bir yürüyün, bir bakın neler varmış neler yokmuş
diye. Bizimde bir sonraki durağımız Gendarmenmarkt. Konser Binası (Konzerthaus) hemen önünde Friedrich Schiller
heykeli, Alman ve Fransız Katedrallerinden oluşan meydan oldukça sakin
karşıladı bizi. Biraz oturup dinlendik. Görmem gereken yerler bitmemişti daha,
en azından nerede ne var bilmeliydim. Beş müzeden oluşan ve Müzeler Adası (Museumsinsel)
adı verildiği yere doğru yürüyüp oradaki müzelere girmekti niyetim. Hepsi mi
kapalı olur? Hepsi mi restore edilir?
Pandemi sürecinden de yararlanıp yeniden yapılandırmaya girişmişleri,
beni kırık bir kalp ile döndürdüler. Bende soluğu Berliner Dom’da aldım. Yine
bir tavsiye vereyim asla sonra yaparım demeyin, yapamıyorsunuz! Ben oturup
Berliner Dom’u izlemek istedim, tekrar gelir girerim diye de içine girmemişti.
Yolcunun işini Allah bilir. Kendimi bir dahaki geldiğinde girersin diye
avutuyorum artık.
Bu gezimde hep saraylara gitmişim,
bahçelerinde dolaşmışım. Hepsini yapı bakımından ayrı ayrı anlatmayı düşünmedim
değil ama gezdiğim yerleri sırasına göre yazmak bana daha cazip geldi. Lafı
daha fazla uzatmadan bir sonraki durağımıza geçelim. Bir misafirlik çıkışı
evlerinin yakınında yarım saatlik uzaklıkta bulunan Zitadelle
Spandau Kalesine yürüyerek gittik. Avrupa’daki Yüksek Rönesans dönemin en
önemli kalesi arasında olan Zitadelle sonbahar mevsiminin etkisiyle beni
büyüledi. Zaten Berlin Eylül ayında güzeldir. Kurumuş yaprakların çıtırtısı eşliğinde...
Zamanımız gün geçtikçe daralıyor. Bizde nereyi gezersek
kardır diyerek düşüyoruz yola. Berlin’e bir saatlik mesafede, Potsdam’da
bulunan Neues Palais ve Sanssouci Sarayı bu gezimin son durağı olarak sayabiliriz.
Neues Palais, Saray konukları için yaptırılmış. Sarayın bahçesinde biraz dolandıktan
sonra büyük bir değirmen ve çay bahçesinin bulunduğu alanda doyasıya
fotoğraflar çekindim. Kendimi o dönemde yaşıyormuşum gibi hissetim. Sanssouci
Sarayı ise basamak basamak adeta çiçek bahçesine döndürülmüş. Zemine
inildiğinde bizi havuz karşılıyor ve birazda olsa bizi serinletiyor. Saray
bahçeleri ihtişamı ile göz dolduruyor. Bahçede gezerken kaybolma ihtimaliniz
yok değil. Yürümekle bitiremediğimiz bu saraydan istemeye istemeye ayrılıyoruz.
İki hafta kalır geliriz dediğimiz tatilimiz iki ay sürdü.
Anlatamadığım ve yazı daha fazla uzamaması adına bazı yerleri atlamak zorunda
kaldım. Pandemi sebebiyle bir çok yerin kapalı olması da gezimi sınırlandırmış
oldu. Sonuna kadar memnundum. Sonuna kadar gezmenin verdiği heyecan içindeydim.
Berlin’e ise güzel bir veda etmem gerekiyordu. Tekrar geldiğimde beni daha
güzel karşılaması için. Kasım ayının başında olduğumuzdan yapraklar artık
dökülmüş, soğuk iyice bastırmıştı. “Unter den Linden” yani Ihlamurlar Altında Brandenburger
Kapısına kadar yürüdüm. Kurumuş yaprakların arasında Berlin Masalımın sonuna
gelmiş bulundum.
Yolculuğum devam ediyor,
bir başka masalda buluşma duasıyla...
Yazı Ve Fotoğraf
Begüm BAYKAL