HUZURLU BİR METROPOL LONDRA

If you are tired of London, you are tired of life…” Üniversitede hazırlık okurken binamızın koridorlarındaki bir fotoğrafın üzerinde bu yazıyordu: “Londra’dan sıkıldıysanız hayattan sıkılmışsınız demektir…”

Kendimi gezgin olarak tanımlayıp ve otuzdan fazla ülkeye gidip hâlâ Londra’yı görmemiş olmam ciddi bir eksiklikti. En yakın arkadaşım da Londra’ya çalışmaya gelince bu eksiklerden birini gidermek üzere 23 Nisan tatilinde Londra’ya gittim.

Bulunacağım dört tam günün üçü için tahminler yağış gösterince ve ilk gün de şansıma harika bir hava olunca sabahtan bisiklet kiralayıp Hyde Park’ın yolunu tuttum. O ana kadar sadece meşhur SpeakersCorner’la, yani dileyen herkesin rahatça konuşma yapıp fikrini söyleyebildiği köşesiyle bildiğim parkta iki saate yakın gezindim. Yemyeşil ulu ağaçlar, büyük büyük çim alanlar, koşu yolları, bisiklet yolları, atıyla gezinmek isteyenler için kum pistler…

Hyde Park’tan sonra bisikletle devam ederek Green Park içinden Buckingham Sarayı’nın meydanına geldim. Parklarda birçok takım elbiseli ve şık kıyafetli ofis çalışanı öğle tatili keyfi yapıyordu. Londra’da parklar hayatın vazgeçilmez bir parçası.

Buckingham Sarayı’nın yan tarafındaki iki müzeyi ziyaret ettim. Biri kraliyet ailesinin koleksiyonundan resimlerin sergilendiği “Queen’s Gallery”, diğeri de kraliyete ait at arabalarının sergilendiği “The Royal Mews”. Kraliyet ahırları anlamındaki Royal Mews’teki arabaların çoğu, gösteriş olarak Moskova Kremlin Sarayı’ndakilerin yanına bile yaklaşamaz ama son salondaki “Gold State Coach” gerçekten muhteşem. Tümüyle altın görünümlü bu araba 1762’de yapılmış ve taç giyme törenleri gibi çok özel kraliyet merasimlerinde kullanılmış.

Müzelerin ardından “The Mall” isimli protokol yolundan geçerek, St. James Park üzerinden Big Ben’in olduğu bölgeye yürüdüm. Big Ben çevresinde İstanbul Eminönü’nü andıran bir kalabalık vardı! Westminster Abbey Katedrali’ni, Big Ben’i ve parlamento binasını fotoğraflayıp köprü üzerinden London Eye’a, yani meşhur dev dönme dolabın yanına kadar ilerledim. Öncelik listesine koymadığım için kendim binmedim ama London Eye’a binecek olanlara tavsiyem, güneş açısından dolayı sabah saatlerinde gitmeleri olur.

West End Tiyatroları Londra’yı Londra yapan şeylerden biri.. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Billy Elliot isimli müzikale bilet almıştık ve ilk günün akşamında o oyuna gidecektik. Müzikal, babası kömür madencisi olan ve balet olmak isteyen bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. 10-12 yaşlarında ve Billy’yi canlandıran oyuncunun performansı inanılır gibi değil! Çocuk şarkı söylüyor, dans ediyor, akrobasi yapıyor, bale yapıyor ve oyunu resmen sürüklüyor.

İkinci günün planında Londra’nın kült müzelerinden British Museum vardı. İngilizler bu müthiş pahalı şehirde müzeyi ücretsiz yapmışlar. Daha birkaç ay öncesinde gezdiğim Atina Akropolis’teki en büyük yapı olan ve harabe halindeki “Partehonon”un en güzel taşları Atina’da olması gerekirken burada sergileniyor. Aynı şekilde Bodrum’dan götürülen, Halikarnas mozolesinin dev at heykeli de bu müzede.

Müzede beni en çok etkileyen parçalar Asurlular dönemine ait taş işlemeleri oldu. Muhteşem güzellikteki resimler yüzlerce yıl önce taşın üzerine nakış nakış işlenmiş. Ağzım açık kalarak izledim ve en çok da bu eserleri fotoğrafladım.

British Museum’u gezdikten sonra sanatın bir de modern yüzünü görmek için Tate Modern müzesine doğru hareket ettim. Sergiye girince hiç yabancılık çekmedim, çünkü iç mekân, tasarım, konsept İstanbul Modern’in neredeyse aynısı. İsteyen istediğini desin ama ben “modern sanat” denilen şeye çok kıymet veremedim hiç. Bir yanda iki bin sene önce taşa nakış nakış işlenmiş muhteşem eserler, diğer yanda modern sanat diye sunulan havalandırma borusu! Evet Tate Modern’deki “sanat” eserlerinden biri de bildiğimiz metal havalandırma borusunun bir parçasıydı.

Tate Modern’den çıkınca hemen yandaki Shakespeare’s Globe’u dışından fotoğrafladım. Shakespeare’in tiyatrosu yangın geçirdikten sonra aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş ve etkin olarak kullanılıyor.

Hafta sonunun ilk sabahında bisiklet kiralayıp Camden Town’a doğru pedalladık. Bisiklet Londra’daki en ucuz ve en akıllıca ulaşım aracı. Hem keyifli hem de egzersiz yaparak gezmiş oluyorsunuz.

Camden Town Londra’nın “öteki yüzü”. Kalabalık, bohem ve sıra dışı mekânların, sıra dışı insanların bolca olduğu bir bölge. Amy Winehouse’un semti desek herhâlde ne kadar sıra dışı olduğu gözünüzde canlanabilir! Bir şeyler yemek için etrafımıza bakınırken şansımıza Londra’nın ödüllü fish & chips restoranının önüne gelmişiz! Poppie’s isimli bu restoranın kapısında kuyruk bekliyorsunuz ama güzel bir fish & chips deneyimi için doğru adres. Camden Town’da çok sayıda ilginç ürünler satan mağaza, sokak yemekleri için de yığınla seçenek var.

Hızlıca turladıktan sonra yeniden bisiklet alıp huzurlu Regents Park’ın yanından geçerek Trafalgar meydanına ulaştık. Meydanın hem The Mall, hem de Big Ben’i gören manzarasında biraz vakit geçirip fotoğraf çektikten sonra tekrar bisiklet alıp Tower Bridge’e gittik. Londra’nın simgelerinden olan tarihî köprünün arka tarafındaki finans merkezi, gökdelenler ve plazaların görüntüsü eski/yeni sentezi sunuyor.

Londra’daki son günde ya Greenwich’a gidebilecektik ya da Windsor Castle’a. Bir süre düşünüp internetteki yorumlara da bakarak Greenwich’te karar kıldık. Tekneyle gitme imkânı da olduğu için daha çekiciydi.

Benim için Greenwich’teki en akılda kalıcı şey, herkesin sağ ayağını bir tarafa sol ayağını diğer tarafa koyarak fotoğraf çektirdiği “sıfır” meridyen çizgisinden çok, huzur dolu parkları ve dev çim alanları oldu. Buralarda insanlar çocuğuyla köpeğiyle oyunlar oynuyor, spor yapıyor, uzanarak doğayı dinliyor. Ne bir piknik yapan gördüm, ne mangal yakan. Yeşilden keyif almayı üzerinde et pişirmek veya yemekten ibaret sanmayı bırakmamız gerekiyor.

İngilizler için bir Pazar klasiği, öğleden sonra pub’lara gidip “Sunday Roast”, yani fırında kızartılmış biftek yemek. Hangi pub’ın önünden geçsek önünde “Special Sunday Roast” tarzından yazılar görüyorduk..

Stansted Havaalanına trenle gitmek isteyince şehir içi için astronomik sayılabilecek bir bilet parası ödedim: 35 pound! İngilizler kırmızı otobüsleriyle, telefon kulübeleriyle, taksileriyle, polisleriyle, Big Ben’iyle bu şehrin her şeyini markalaştırmış ve “Madem geldiniz, parasını vereceksiniz!” diyorlar.

Metropol olmayla huzurlu şehir olmayı bir arada sunabilen bu imparatorluk başkentini eksikleri tamamlamak üzere umarım yeniden ziyaret edebilirim. Zira daha keşfedilecek çok köşesi, öğrenilecek çok şeyi, tadılacak çok lezzeti var!

Yazı Ve Fotoğraf
Osman Uğur ŞAHİN