Farklı Bir BUDAPEŞTE Deneyimi

Macarlar, bugün yaşadıkları Karpat Havzası’nı yurt tutmaları ve devletlerini kurarak Hıristiyanlığı kabul etmelerinin ardından, Ortaçağ Avrupası’nın güçlü krallıklarından biri hâline gelmişlerdir. 14. yüzyıldan itibaren Osmanlılar ile Balkanların hâkimiyeti için mücadeleye girişmişler, bu mücadele Mohaç Savaşı (1526) sonucunda Macaristan’ın fethi ile sona ermiş, Budin’in merkeze bağlanması (1541) ile daha da pekişmiştir. Böylece, Macar yurdunun büyük bir kısmı eyalet statüsünde 150 yıl kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinde kalmıştır. Bu uzun beraberlik, iki ulus arasındaki siyasî, askerî ve kültürel etkileşimin tohumlarını serpmiştir. 1683’teki başarısız Viyana Kuşatması ile başlayan Türklerin geri çekilişi sonrasında Avusturya egemenliğine giren Macarlar pek çok defa Habsburg idaresine karşı başkaldırmışlardır. Bu başkaldırılar ve 19. yüzyılın Fransız İhtilali etkisi altında şekillenen milliyetçilik ideolojisi çerçevesinde, Avrupa’nın ortasında Cermen ve Slav ulusları arasında sıkışan Macarlar, varlıklarını sürdürebilmek ve ulus-inşa süreçlerini tamamlamak için kültürel kökenlerini araştırmaya girişmişler, böylece Türklerle var olan eski bağlarını keşfetmişlerdir. Bu dönemde toplumun farklı kesimlerinden ve değişik mesleklerden pek çok Macar Balkanlar’a, Anadolu’ya ve Orta Asya’ya giderek tetkik ve gözlemlerde bulunmuş; bunları neşretmişlerdir. Türkoloji ilminin kurucusu Ármin Vámbéry bir Macar’dır ve dünyadaki ilk Türkoloji bölümü Macaristan’da açılmıştır (1871).

Manevi ve fikri meziyetlerini ziyadesiyle takdir ettiğim Macar milletinin samimi bir hayranıyım” diyen ulu önder Atatürk’e bu sözü söyleten, 19. yüzyıldan itibaren pek çok Macar uzmanın ve mühendisin Türkiye’ye gelmiş olmasıdır. Bu gelenek, Cumhuriyetin ilanından sonra da sürmüş, Anadolu’ya gelen Macar işçiler ve uzmanlar ülkenin kalkınmasına katkıda bulunmuşlardır. Bugün onların yaptığı ve özellikle başkent Ankara’nın belirli bölgelerinde halen ayakta duran ve kimi taş binalar, bu ustaların ellerinden çıkmıştır ve iki ülke arasındaki ebedi dostluğun canlı birer abidesidirler. 

Günümüzde de bilhassa başta Muhteşem Yüzyıl olmak üzere popüler Türk dizilerinin yarattığı kültürel ilgi nedeniyle Türkiye’den Macaristan’a giden turist sayısında da önemli bir artış yaşanmaktadır. İki ülke arasında karşılıklı ve yılın pek çok döneminde uygun fiyatlı direkt uçuşların bulunması da bu artışta önemli paya sahiptir. Ortak tarihimiz açısından önemli olan Estergon, Eğri, Zigetvar, Peç gibi şehirleri kapsayan seyahatlerin de gerçekleşmeye başladığını görmek doğrudan başkent Budapeşte haricinde tatil planları yapılması açısından da kayda değer bir gelişmedir.  Böylece, Macaristan’ın farklı yörelerinin keşfedilmesi, Macar kültürünün farklı boyutlarıyla, söz gelimi romantik çardaş ezgileriyle, uçsuz bucaksız ovasıyla, kendine has bir ırka sahip atıyla, paprika biberiyle, güzel-nazik kızları ve yakışıklı-şövalye ruhlu erkekleriyle, doyumsuz şarabıyla tanınması da mümkün olabiliyor. Macar şarabı çok lezzetli olmasına rağmen dünyada o kadar popüler değildir. Macar dostlar, bunun sebebini, tüm şarabı kendileri tükettikleri için dışarıya verecek şarapları kalmadığı biçiminde izah ediyorlar!   

Bu noktada bir turist olarak benim kişisel anlamda Macaristan’ı tanımam hemen hemen on sene öncesinde dayanıyor. Erasmus staj programı kapsamında yaz döneminde Budapeşte’ye giden kardeşime yaptığım ve ilk kez orada bulunmamı sağlayan bir ziyaret beni karşı konulamaz bir şekilde bu ülkeye âşık etti ve her sene bu güzel şehir başta olmak üzere yılda en az üç kez buraya seyahat etmeye başladım. Bu seyahatlerimde ciddi dostlar edindim, bu dostluklar sayesinde ülkeye ait kültürü bir turistten daha yakın şekilde tanıma fırsatı buldum. Hiçbir tur şirketinin programlarında yer almayan; özel olarak gidilmesi gereken yerleri görme, yerel lezzetleri tatma ve günlük yaşama tanıklık etme fırsatını yakaladım.

Nasıl ki Paris’e gidildiğinde Eyfel Kulesi’ni, Roma’ya gidildiğinde Colosseum’u, Barcelona’ya gidildiğinde ise La Sagrada Familia Katedrali’ni görmek, olmazsa olmazlar arasında ise, Budapeşte seyahati kapsamında da bunlar gibi mutlaka görülmesi gereken yerler var: Tuna nehri üzerinde yer alan köprüler (özellikle Zincir Köprü), Kahramanlar Meydanı, Parlamento Binası, Buda Kalesi, Gül Baba Türbesi, Gellért Tepesi  bunlardan sadece bir kaçı. Artık gelenekselleşen gezilerimden elbette bu güzelliklerin hepsini gezdim, fotoğrafladım. Ne var ki, tüm tur şirketlerinin, programları kapsamında yer verdikleri; internetten yapılacak sıradan bir araştırma ile kolaylıkla ulaşılabilecek bu yerler haricinde okuyucularımıza ve meraklılara farklı bir şeyler sunmak arzusuyla kalemi elime aldım. 

(yukarıya kadar paylaştıklarımla ilgili olarak sadece Genel_A Genel_B Genel_C Genel_D Genel_E isimli resimlerden kullanabilirsiniz)

Tarih boyunca Budapeşte şehrini oluşturan üç kentten biri olan Óbuda aslında bölgenin ilk yerleşim merkezi durumundayken zamanla Buda, ya da tarihimizdeki ismiyle Budin ile birleşiyor. Buda, heybetli Tuna nehrinin sağ kıyısındaki tepeler üzerinde bulunuyor. Karşı kıyıdaki Peşte ise tam tersine düz bir alanda. Burası şehrin hemen hemen tüm gündüz gece aktivitelerinin ve iş merkezlerinin, birbirinden güzel kafelerin ve barların, sanat etkinliklerinin yapıldığı bölgedir. Az önce bahsettiğim Buda tarafındaki tepeler neredeyse tamamı yeşillikler ve doğallığı hiç bozulmamış ormanlar ile kaplı. Bu tepelerden iki tanesi, Széchenyi tepesi ile János tepesi arasında işleyen ve çocuklar tarafından işletilen (makinist hariç!) Gyermekvasút (Çocuk Demiryolu) isimli bir demiryolu hattı mevcuttur. Esasen, sosyalist dönemden kalan bir geleneğin günümüzde de sürdürülmesi, bir Demirperde nostaljisi olan bu etkinlikte en çok etkileyen, trenin çocuklar tarafından işletilmesi kadar bu çocukların öğrenci olarak eğitim gördükleri Demiryolları Meslek Lisesi’nden mezun olduktan sonra Macaristan demiryollarının tüm operasyonel kademelerinde aktif görev alıyor olmaları.  (001 ve 002 isimli resimler bu paragrafla ilgilidir)

Kırmızı metronun bir istasyonu olan Széll Kálmán Meydanı’ndan geçen 61 numaralı tramvay ile Széchenyi Tepesi’ne çıkartacak olan ve Macarca Fogaskerekű Vasút olarak anılan bir çeşit fenikülere ulaşmak ve buradan yaklaşık 10 dakika süren kısa ama orijinal bir tırmanışın ardından tepeye varmak mümkündür. Duraktan inince okları takip ederek bir dakikalık bir yürüyüşün ardından Çocuk Treni istasyonuna ulaşılır. Ben de János Tepesi istikametine doğru tek yönlük bir bilet aldıktan sonra beklemeye başladım. Aslında seyahatimde bana eşlik eden kardeşim dışında istasyonda kimsenin bulunmaması da turistik bölgenin ne kadar dışında olduğumuz hissiyatına kapılmamız bakımından kayda değer bir durumdu. Tren geldiği zaman gerçekten de biletimizin kontrol edilmesi, içeriye alınıp yerimizin gösterilmesi, trenin hareket edebileceğine dair düdük ve sinyalizasyon gibi rutin süreçlerde bu çocukların işlerini ne kadar özenle ve başarıyla yaptıklarını görmek Macar Demiryolları’nın geleceği adına sistematik bir altyapı oluşturulduğunu açıkça ortaya koyuyordu. (003 – 004 -005 numaralı resimler bu paragrafla ilgilidir)

527 metre yüksekliğiyle Buda’nın en yüksek tepesi konumundaki János Tepesi’ne geldiğimizde indiğimiz durak tamamen tabiat yürüyüşü yapılarak içinden geçilmesi gereken ve yaklaşık 20 dakika süren bir yola soktu bizleri. Bu keyifli yolun sonunda ise ulaştığımız yer Budapeşte’deki en orijinal noktalardan birisiydi. Erzsébet-Kilátó ismindeki bir gözetleme kulesi.  Aslında 1911’de yapılmış bu kulenin adının Avusturya-Macaristan İmparatoru ve Macaristan Kralı Franz Joseph’in sevgili eşi İmparatoriçe Elizabeth’e, nam-ı diğer Sisi’ye atfen verilmiş olduğu bilgisini edindik. Çünkü İmparatoriçe 1882 senesinin 30 Nisan’ında 16 Mayıs’ında ve 9 Ekim’inde kulenin bulunduğu bu bölgeye istirahat etmeye gelmiş ve nefes kesici güzellikteki panoramayı seyrederek huzur bulmuş. Tevatür o ki, Sisi, Macaristan Başbakanı ve imparatorluğun Dışişleri Bakanı Kont Andrássy ile yasak bir aşk yaşıyormuş ve gözlerden ırak olmak için çiftimiz burayı tercih ederlermiş. 

Aslında bölgedeki tek aşk hikâyesi bununla da sınırlı değil. Tepenin ismini aldığı János tarihte hiç de yabancı olmadığımız Hünyadi Yanoş’un ta kendisi! 15. yüzyılda Türklerle savaşırken gönlünü Rum bir güzele kaptıran Macar Kralı, bu güzeli Macaristan’a getirmiş ve tepe onların aşk yuvası olmuş. Macar dostlarımızın söylediklerine göre buradan açık ve harika bir havada Slovakya topraklarındaki Tatra Dağları bile görülebilirmiş. Tatra Dağı deyip geçmeyin, Macar ulusal armasında haçın yükseldiği dağ silsilesidir orası.  (Genel_F isimli resim mutalaka buraya) Ancak bizler yeşilin neredeyse her tonunu görebildiğimiz büyüleyici manzarada çoktan kendimizden geçmiştik ve nerdeyse bir asır sonra İmparatoriçe ile aynı karmaşık duyguları yaşamanın verdiği ruh hâliyle çok uzaklarda incecik bir çizgi olarak seçilebilen Tuna nehrine dalıp gitmiştik. (006-007-008-009-010-011 numaralı resimler bu paragrafla ilgilidir)

Dönüşümüz ise bir tren ya da otobüs ile olmadı. Yerel dilde Zugligeti Libegő  olarak anılan ve yan yana iki kişinin binebildiği açık bir teleferik sistemi ile indik Buda’nın yamaçlarından ve bizi merkeze ulaştıracak belediye otobüsüne bindik. Yaklaşık 20 dakika süren yolculuğumuz esnasında maddi açıdan iyi konumda olan ve şehrin temposundan uzak kalmayı tercih eden Macarların kendi müstakil villalarında yaşadıkları bir bölgenin üzerinden aşağıya doğru sessiz sessiz süzülürken ayaklarımız neredeyse bu binaların çatılarına değecek gibiydi. (012 numaralı resim bu paragrafla ilgilidir)

Son bir tavsiye: Otobüsümüz Margit Köprüsü üzerinden Tuna Nehri’ni geçerek Peşte şehir merkezinde Nagykörút üzerinde bulunan Nyugati Tren İstasyonu’na kadar sizi götürür. Bu otobüsten Tuna’nın Peşte kıyısında bulunan Jászai Mari Tér isimli durakta inerseniz gözünüze hemen bulvar üzerinde şık dekoru, yüksek kaliteli hizmeti ve temiz mutfağıyla Európa Kávéház és Cukrászda (Avrupa Pastanesi) ilişecektir. Burada farklı pasta seçeneklerini deneyebilir ve kahvenizi yudumlayarak bulvar manzarasını seyrederken yorgunluk atabilirsiniz. Bu pastanedeki her lezzetin yeri ayrı olmakla birlikte öncelikli tercihim , Macaristan’ın en tanınmış pastası olan ve adını ilk olarak bu pastayı hazırlayan tatlı ustası József C.Dobos’tan (1847-1924) alan Dobos Tortá ‘dır. (013 numaralı resim mutlaka buraya) Şimdiden iyi eğlenceler ve afiyet olsun! 

Yazı Ve Fotoğraf
Ahmet Saral