
Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba. Önceki sayılarımızda yazdığım sıklıkta yazamadığımın farkındayım ama inanın bu durum tamamen bulunduğum sektörde bana kalmayan zamansızlıktan kaynaklanıyor. Zaman demişken yoğun set temposundan kaçtığım bir gün kendimi nereye atabilirim diye spontane hareket ederken; Paul Theroux’un da dediği gibi ‘Turistler nereye gittiklerini, gezginler nereye gideceklerini bilemezler’ misali kendimi Balat &Fener bölgesinde buldum. Resim atölyemde, dışardan gelen ‘Taze simiiiiitt!..’ sesiyle gözlerimi güneşli bir İstanbul sabahına açmamın ardından birkaç simit kaparak kendimi direk rıhtımda buldum. Ardından efil efil deniz havasıyla vapurda martılara güzel bir kahvaltı ikram ederek Karaköy, oradan bir taksiyle Balat’ın yolunu tuttum. Bu istikametten çok yakın zaten. Öncelikle şunu söylemeliyim ki; bu koca şehirde yaşayın ya da yaşamayın ama İstanbul’u solumak istiyorsanız mutlaka bir gün Balat’ın sokaklarında kaybolun, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Peki, Balat’ı gezmeye nereden başlanır? Aslına bakarsanız tamamen nasıl bir gezi planladığınıza bağlı. Şayet tarihî bir tur yapmak niyetindeyseniz klasik başlangıç noktası Eski Tütün Fabrikası’nın hemen yanında bulunan Cibali Kapısı’nı belirleyebilirsiniz. Cibali Kapısı’nı gördükten sonra ise Kadir Has Üniversitesi’ni gerinizde bırakacak şekilde Eyüp yönüne doğru yürümeye başlarsanız, aslında Balat keşfinize oldukça iyi bir noktadan başlamış olursunuz. Bu noktadan sonra ise gezi planınız tamamen size kalmış, çünkü bölgede birçok kilise, camii ve tarihî yapı var. Benim gibi güzel bir soluk alma taraftarıysanız kendinizi rastgele bir sokak arasından içeri atıverin. Zaten her yol Balat’ın bir kolu olduğu için sürprizli karşılaşmalardan daha fazla zevk alacağınızdan şüpheniz olmasın.
Son dönemlerde İstanbul’da Etiler, Nişantaşı vb. elit yerlerden daha çok bu eski yerleşim yerleri popülerliğini arttırmaya başladı, Karaköy, Cihangir, Çukurcuma’nın şu anda en çok uğradığımız yerlerden birine dönüşmesi durumu var ya, o tatta bir şeylerden bahsediyorum. Sabah sosyal medyaya giriyorsunuz birileri Balat’ta kahvaltı yapıyor, uçaklarda karıştırdığınız dergilerden piyasadaki kültür-sanat dergilerine varıncaya kadar bu semtteki en iyi kafelerden, antikacılardan vs. bahsettiğini görüyoruz, sosyal medya fenomenlerine bakıyorsunuz hepsi Balat’ta laylay lom... Hayırdır ne iş?..
Balat, adeta kentin açık hava fotoğraf atölyesi gibi, makinelerini boynuna asan herkesin mutlaka uğradığı bir yer. Zaten hâlihazırda her şey Balat’ı sevilesi kılmak için ortam hazırlamış gibi. Fener ve Ayvansaray arasında yer alan bu renkli semt, karşısındaki Hasköy gibi yıllarca geniş Yahudi nüfusunu barındırmış ve bu nedenle de cami, kilise ve sinagogları bir arada görebileceğiniz ender semtlerden bir tanesi. Zamanında buraya yerleşen Yahudiler ve Rumlar sağ olsun zaten evlere bakmaya doyamıyorsunuz.
Eskiden kime sorsanız insanlar bu semte gelmeye korkarlardı gibi bol keseden sallanan genellemeler var, hâlbuki birçok aydın insanın yaşadığı ve daha birçoklarının da ev bulsalar direk yerleşecekleri bir semt. Balat’ta mahalle kültürü tam gaz devam ediyor, inanılmaz sıcak bir ortam var hakikaten.
Şimdi halk olarak komple karıştırdığımız bir meseleye açıklık getirmek isterim efendim toplanın! Önce şu Sancaktar Yokuşunu yukarı bir tırmanalım ve o karşıdan gördüğünüz ve her seferinde güzelliğine vurulduğunuz, İstanbul’a tepeden bakan kırmızı renkli bina Fener Rum Patrikhanesi ya da Kırmızı Kilise değil, bizzat Fener Rum Lisesi’nin ta kendisi. 1881 yılında Mimar Pericles Demades tarafından inşa edilmiş bu bina, yakından da uzaktan göründüğü gibi inanılmaz heybetli ve ihtişamlı, dolayısıyla yalnızca uzaktan bakmakla kalmayıp yakınına kadar gitmekte fayda var. Maalesef okulun bahçesine girebilme imkânınız olmuyor, kapalı. Sebebi ise muhteşem gelişmiş beyinler ve “fazla” çalışan bazı kafaların burayı “gâvur okulu” olarak nitelendirmesi ve yer yer camlarına taş atmak gibi okula zarar verecek eylemlerde bulunması. Maalesef dışından incelemekle ve fotoğraflamakla kalıyorsunuz, yine de kesinlikle görmeye değer. Moğolların Meryemi Klisesi ya da diğer adıyla Kanlı Kilise, Fener Rum Lisesi’nin çok yakınında yer alıyor, gitmişken oraya da bir göz atabilirsiniz.
Kırmızı bina sorunsalına çözüm getirdiğimize göre şimdi gerçek Fener Rum Patrikhanesi’nden bahsedebiliriz. Liseye kıyasla daha gösterişsiz, sade ve küçük bir bina, Osmanlı döneminde diğer dinî yapıların camilerden daha büyük olması yasak olduğu için patrikhane bu günkü görüntüsünde devam etmiş. İçine girip rahatça gezip fotoğraf çekme imkânınız var.
Bu arada es geçmek istemedim ve ‘Neden Balat ismi?’ sorusunu duyar gibiyim. Şöyle yapalım o zaman; Fida Cafe’de bir mola verelim bende size kısa bir özet geçiyim. Kahveler benden. :) Siz kahvelerinizi yudumlarken ben anlatmaya başlıyım, Balat adını Bizans İmparatorları Haliç’ten deniz yolu ile gelerek şehrin dışında kalan Blachernae Sarayı’na buradaki kapıdan geçtikleri için Yunanca saray anlamına gelen ‘Palation’ kelimesinden devşirme bir isim olarak zaman içinde değişmesiyle almış. Fener ve Ayvansaray arasında yer alan Balat, birlikte anıldığı komşusu Fener’den her zaman daha fakir olmuş. Geçmişte Yahudi’si, Müslümanı, Rum’u, Ermeni’si hep beraber yaşamış, aynı okullara gitmişler; şimdiye baktığımızda ise ortak yakalanan bir şeylerin olması çok ender belki de hiç.
1469 yılında Kastilyalı Isabel ve Aragonlu Ferdinand’ın evlilikleriyle Hristiyan Birliği sağlanır. Isabel ve Ferdinand, 700 yıldan uzun süredir ülkenin güneyinde yaşayan Endülüs Emevileri’ni (Müslüman Araplar) mağlup etmişler, böylece son kale olan Elhamra Kalesi (Granada) düşüşte olmuş. Hristiyan Monarklar İspanya’daki Arap varlığına son verdikten sonra sıra Musevi Cemaati’ne gelir. Bu durumun temelinde yatan sebepse Monarklar’ın İspanya’da Hristiyan halktan başka bir toplumun yaşamasını istememeleridir. Musevi azınlık böyle çaresiz bir durum içerisindeyken Osmanlı Sultanı II. Beyazıt, Osmanlı gemilerini İspanya’ya yollar, cemaati İstanbul’a getirir. Balat’ın İstanbul tarihindeki özel önemiyse İspanya’dan gelen Musevi’lerin buraya yerleştirilmesi ve yakın geçmişe kadar buranın Yahudi Mahallesi olarak korunmuş olmasıdır. Museviler, 1950’lerden itibaren İsrail’e göçmeye başlamışlar. Kalanlar ise şehrin başka semtlerine taşındıkları için Balat’ta çok az sayıda Musevi kalmıştır. Evet, efendim durum böyle işte, kahveler bittiyse kalkalım, daha yolumuz var.
Balat’ı gezmek, sokaklarında kaybolmak müthiş bir duygu, hele ki gezdiğiniz mekân tarihî dokusuyla, cumbalı evleriyle, antikacılarıyla, kafeleriyle ve gezerken kafanızı göğe kaldırdığınızda size pencereden karşı pencereye uzanan asılmış çamaşırlarıyla selam veriyorsa. :) Evleri ve mimarisi ile namı alıp yürümüş Balat bölgesinde zaten isteseniz de istemeseniz de kendinizi o evlerin arasında bulacaksınız. Çünkü burası başka yerlerde olduğu gibi tek bir sokak güzel evlerden oluşuyor diye popüler hâle gelmiş değil, hakikaten bölge genelinde böyle âşık olunası bir mimari söz konusu. Yani siz peşinden koşmasanız bile o çamaşırlar o binaların arasından sarkıyor olacak, o eskici sokaktan geçecek, o hurdacı bir köşede duruyor olacak ve o küçük çocuklar mahallede, rengârenk bağımsız evler arasında oynuyor olacaklar. Civarda dolanırken arada bir içerilere kafa uzatmayı unutmayın. Avrupa Birliği buradaki evlerin restorasyonu için destek vermiş. Bu nedenle özellikle Yıldırım Sokak ve Vodina Caddesinde evlerin dış kısmında birçok çalışma yapıldığını görüyorsunuz. Ayrıca bu tarihî binaların satışı da bir süreliğine yasak. Yürüyüşe devam, deklanşörlerin sesini duyar gibiyim, ben demiştim fotoğraflanacak çok şey bulabilirsiniz diye.
Biraz daha yukarlara tırmanmaya hazır mısınız? Sizi, İstanbul’un beşinci tepesi Haliç’in kıyısından dik bir yokuşla yükselen ve tepeyi taçlandıran Yavuz Sultan Selim Camii’ne götürüyorum. Yavuz Sultan Selim Camii bulunduğu semte adını vermiş ve camiyi babası adına Kanuni Sultan Süleyman yaptırmış. En önemli özelliği, caminin muhteşem bir Haliç manzarası olmasıdır. Sağ tarafında ihtişamıyla Ayasofya ve tarihi yarımada, Galata Kulesi, karşısında ise İstanbul’un en eski ilçelerinden biri olan Beyoğlu görünür. Üstten aşağı Balat’ı kuş bakışı izleyebilir mahallelerin içlerine doğru Musevi evlerinden günümüze kalan örnekler görebilirsiniz. Bu evler genellikle üç katlı, dar, ikinci ve üçüncü katlarında cumba gibi çıkmaları olan binalardır.
Aşağıya doğru adımlıyoruz, bu sefer yürüyüşümüz daha rahat olacak ve gezimize renk katmaya devam ediyoruz. Eskiden her türlü şeyin satıldığı çarşılara Çıfıt Çarşısı denirmiş, bugün de İstanbul’un birçok yerinde rastlayamayacağınız türden dükkânları burada bir arada görebiliyoruz. Osmanlılar zamanında burada daha çok Yahudi esnaf ticaret yaparmış, bugün bu nüfus oldukça azalmış durumda. Eski Türk filmlerinde rastlayacağınız türden radyo ve eski plakları çalabilen müzik çalarları tamir edenleri burada görebilir ve daha birçok aksesuarın içinde kendinizden geçebilirsiniz. Uygun fiyatlı ürünler bulmak mümkün, bence taşıyabilirim derseniz hiç kaçırmayın. :)
Sahile yaklaşırken sizi sevimli mi sevimli, masallar diyarını andıran bir yere götürmek istiyorum hemen, "Hobbit House Balat"a. Murat Asilcan ve eşi Sinem Asilcan "karşılıksız iyilik" düşüncesiyle semtin tarihî binalarından birini geri dönüşümlü malzemelerle 6 ayda restore ederek, "Hobbit House Balat"ı kurmuş. Kafeteryanın konsepti ise İngiliz yazar J. R. R. Tolkien'in tüm dünyayı kasıp kavuran Yüzüklerin Efendisi romanındaki her daim mutlu, neşeli ve kahvaltıyı çok seven Hobbit ırkından yola çıkarak oluşturulmuş. Dar merdivenlerinden yukarı tırmandıkça sizi nasıl bir dünyanın beklediği heyecanını yaşamanızı tavsiye ederim.
Veee son olarak bir mola daha verelim ne dersiniz? Maison Balat’tayız, daha gördüğünüz ilk saniyeden itibaren Paris sokaklarından fırlamış görüntüsü ile gözünüzde kalpler oluşmasına neden oldu değil mi, biliyorduuuummm... Burası hem bir antika dükkânı hem de küçük bir kahveci. İçeriyi dolaştıktan ve belki birkaç orijinal parça kaptıktan sonra bir nebze daha sakin bir noktada yer aldığı için hemen dışarda yer alan masalardan birine oturarak Balat’ın tadını giderayak çıkaralım istedim.
Mutluluk, bir tren istasyonuymuşçasına varılan bir nokta değil, bir tecrübedir. Bu tecrübelinin adı da yaşamın ta kendisidir. yola çıktıklarınızı yolda bulduklarınızla değişmemeniz dileğiyle, sevgiyle kalın…
Yazı Ve Fotoğraf
Derya Uzun