
Yaz mevsiminin en gözde
planlarından biri olan Chios gezisini “neremiz doğru ki” diyerek Aralık ayında
gerçekleştirmeye karar veriyoruz. Çeşme’den kalkan feribotlarla yarım saatlik
mesafede olan nam-ı diğer Sakız Adası’na gitmek için bir-iki tane feribot
şirketi var, bilet fiyatları da hemen hemen aynı. Siz bu yazıyı okuyana kadar
fiyatlara da zam gelir mi bilemesek de bizim Aralık ayındaki gezimiz kişi başı gidiş-dönüş
30€’ya
denk gelmişti. Çeşme’den Chios, Chios’tan Atina feribotları yaygın bir geçiş
olduğu için bekleme alanında motorlu gezginlerle tanışmanız ve onların
hikayelerini dinleyerek mest olmanız çok muhtemel, bizden uyarı.
Adayı
Noel ruhu sarmış, bu tarihlerde turist gördükleri için ada sakinleri bile
şaşkın. Etrafta bazı zamanlar tek açık olan yerlerin süpermarketler olduğu bir
hava vardı. Bu sebeple çok fazla mekan deneme şansımız olmadı ama yaza tekrar
gideriz diyerek birkaç yeri aklımızda tuttuk. Bunlardan bir tanesi To Kehribari
isimli restoran. Eğer ki bir restoran iki eş tarafından işletiliyorsa; onların
arasındaki sevgi bağı ile yemeklerin kalitesi arasında sihirli bir paralellik
olduğunu sanıyoruz. Kehribar da aynen öyle bir yer; sahibi beyefendi size et mi
yoksa balık mı istediğinizi soruyor ve daha sonra tüm inisiyatifi kendisi
alarak sizin için masayı donatıyor. Kehribar’ı
deneyemesek de ilk gün Gyros’tan alıkoyamıyoruz kendimizi. Gyros (soslu döner)
için çok fazla mekan olsa da sahil hattındaki ilk dönerciye oturuyoruz. Bu
arada tüm adalıların güleryüzü, olabildiğine konuşkanlığı, Türk’üm dediğinizde
Türkiye ile ilgili illaki bir anıya sahip olmaları ve durup bunu anlatmaya
başlamaları Aralık ayının soğuğuna ilaç gibi geliyor. Soğuk dediysek de tamamen
rüzgar soğuğundan. Yaz kış muazzam rüzgar alan bir ada, buna hazırlıklı
gelmenizi tavsiye ederiz.
Denize
girmeye uygun çeşit çeşit koyları olmasının yanı sıra tarihteki en zengin Ege
adalarından birinde olmak, gezimizi sanat ve kültür anlamında da oldukça
doyurucu bir noktaya taşıyor. İlk olarak Bizans Eserleri Müzesi’nden başlıyoruz
gezmeye. Bizans döneminden kalan fresklere ev sahipliği yapan müze, Sultan
Abdülmecid tarafından yaptırılan Mecidiye Camii. Sadece freskler değil, müzenin
içinde Bizans sonrası dönemden kalan mezar taşları da bulunmakta. Hatta
İbranice, Arapça ve antik Yunanca yazılan mezar taşlarının yan yana
sergilendiği bir müze düzenlemesi “farklılıkların” birliğine dikkati çekmesiyle
tekrar kalbimizi kazanmakta.
Buradan
sonra Chios’un denizcilik müzesine geçiyoruz. İçeri girdiğinizde elinize
kocaman bir defter tutuşturuyorlar, ola ki gemilerin numaralandırılmış maketlerinden
birinin eşkalini merak ederseniz defterden tüm bilgilere ulaşabilesiniz diye.
Bunun dışında müzenin sahibi ile denk gelmemiz ve damla sakızlı likörler
eşliğinde hoş bir sohbet etmemiz buradaki deneyimimize deneyim kattı
diyebiliriz. Herkesin az çok İngilizcesi varken müze sahibinin İngilizcesi tam
bir Londralı aksanı ile kulaklarımıza şenlikti. Kendisi ve eşi Londra’da
yaşarken tanışmışlar ve aileden kalan bir ev söz konusu olunca topraklarına
geri dönüp uzun uğraşlar sonunda bu köşkü Chios’a Denizcilik Müzesi olarak
kazandırmışlar. İçeride denizcilikle ilgili hiçbir unsur atlanmamış;
kıyafetlerden seyir defterlerine, yelkenlilerin parçalarından tarihi öneme
sahip olan gemilerin maketlerine hepsi düşünülmüş. Bir de üzerine, gemilerin
ticaretteki önemi ve günümüzdeki yerleri konulu bir sohbet, kremşanti üzerine
çilek gibiydi. Teşekkür ederek çıktıktan sonra ertesi günün planını yapmaya
koyuluyoruz. Bir araba kiralayarak adayı turlayacağız.
İkinci
gün arabamızı teslim aldıktan sonra ilk hedefimiz Nea Moni’dir diyerek adanın
tepelerine tırmanıyoruz. Yollar bomboş, manzaralar harika. Nea Moni, sanat
tarihi derslerinde okutulmadan geçilmeyen bir 11. Yüzyıl manastırı. Çok mu
erken, yoksa kapalı mı anlamadan içeri girdiğimizde az daha çevrilecekken
kilisenin anahtarını tutan bir amca tarafından son anda içeri alınıyoruz. O
kilise için gerekli hazırlıklarını yaparken biz de altından mozaiklerin
başımızı döndürmesine izin veriyoruz. Buradan çıktıktan sonra kilisenin
anahtarlarını elinde tutan amca bizi kırık İngilizcesiyle bir yere daha
götürüyor.
Girdiğimiz
anda bir dolap içinde saklanan yaklaşık 140 tane kuru kafa bizi karşılıyor.
1822 öncesi ada nüfusu 117.000 iken, 1822’de Türklerin adaya gelişiyle yalnızca
1800 kişi kalmış, 21.000’i diğer adalara kaçarken yaklaşık 52.000 kadın ve
çocuk ise köle pazarlarına götürülmüş. Kalanlar ise manastıra saklanmaya
çalışırken Türkler, bir Paskalya günü manastırı da basarak herkesi kılıçtan
geçirmiş. Tüm bu sayıların ışığında, başta sevimli amcamızın bizi buraya “sizi
pis Türkler” demek için getirdiğini zannetsek de; kızı Helen’in çok fazla Türk
arkadaşı olduğunu, sık sık Çeşme’ye gidip geldiğini, senin ve benim yüzyıllar
önce yapılmış şeyler için hiçbir şey yapamayacağımızı söyleme çabaları ve yol
tarifleriyle güle oynaya Nea Moni’ye elveda dedik.
Yolda
allı pullu bir manastır daha görmemizle sağa çekerek durduk. Dışarıda
çiçekleriyle uğraşan bir amca, içerisi gezilebilir mi diye sormaya çalışıyoruz
ancak hiçbir şekilde anlaşamıyoruz. En son manastırın rahibini devreye sokuyor,
neyse ki rahip el kol hareketlerimden bizi anlayarak içeri kabul etti. Fotoğrafını
çekmeyi çok isterdim ancak oldukça ürkütücü bir mağaranın içinde kayaların
oyulmasıyla inşa edilmiş şapeldi. İçini
görüp “tamam o zamaan” diyerek direkt topukladık.
Şimdi
direksiyonu Anavatos’a çeviriyoruz. “Burada neresi gezilir” dediğinizde
herkesin adını söylediği bir kasaba. Ancak adada merkez dışındaki çoğu yer
1960-70’lerdeki korsan istilaları sebebiyle terk edilmiş vaziyette. Hepsi de
korunma amaçlı kale gibi inşa edilmiş, bu yüzden hepsinin birbirinin benzeri
olduğunu söyleyebiliriz. Rüzgara dayanabildiğimiz kadar kalıp birkaç fotoğraf
sonrası ayrılıyoruz. Yollar o kadar boş ki aynı yerde dönüp duruyoruz sanki. Birkaç
koy ve yarım saatten sonra Mesta’ya varıyoruz. Burası da bir Ortaçağ kasabası.
Hava günlük güneşlik, köyün yaşlıları 101 oynuyor dükkanlarının önünde. Köyün
meydanında kahve içmelik açık sadece bir kasaba var. Buraların geleneksel
tatlısı damla sakızı dondurmasıyla servis edilen portakallı turtaymış, denemeden
dönmemenizi tavsiye ederiz.
Son destinasyonumuz ise Prygi. Bu küçük kasabanın olayı tamamen siyah beyaz boyalarla renklendirilmiş, üzerine saksılarda çiçekler, bezemeler ve geometrik şekillerle süslenmiş evleri. Tabi, bir noktadan sonra halüsinojenik bir etki yaratarak Van Gogh tabloları gibi dönmeye başlıyor gözlerinizin önünde. Bir de yılın belirli dönemlerinde domates festivalleri varmış. Bu siyah beyaz evlerin üzerine domatesler fırlatılarak her yer kıpkırmızıya boyanırmış. Zaten tabak kırmaktı, havalara peçeteler saçmaktı, domatesleri duvarlara fırlatmaktı derken, çevreci ve fazla duyarlı kişiliklerimiz bizi ele geçirmeden merkeze doğru geri yola koyuluyoruz. Dönüş yolunun en sevdiğimiz kısım ise arabanın radyosundan Türk kanalları dinlemek
Yazı Ve Fotoğraf
Doruk Conker ŞAHİN