Bir kitap İnsanın Hayatını Değiştirir mi?

Uzun yıllar beyaz yakalı olarak, uluslararası bir şirketin yönetici kadrosunda çalışmak, insanın hayatında pek çok özveride bulunmasını da gerektiriyor. Parıltılı ve ışıltılı genel müdürlük binalarında çalışmanın da bir bedeli vardı tabi ki; bu da kendiniz olmaktan uzaklaşmak ve sistemin istediği gibi yasamak, çok seyahat, bitmeyen toplantılar ve fikir olarak ortak olmadığınız kararların uygulanmasına gözetmenlik yapmak.

İşte böylesine bir ortamdan kaçış için başlandı deniz ve yelken sevdasına. Başını alıp gitmek, kendi kendine kalabilmek, az da olsa uzaklaşmak bunaltıcı ve sahte ortamlardan.

Ve sonra amatörce ilk yelken derslerine başladım kızımla. Nasıl bir başlangıç yaptıysak, aylardan Mart ve hava sıcaklığı 3 dereceyi gösterirken biz ders alıyorduk Günce Hoca’dan. Sonrasında Marmaris'te haftalık yelken tatilleri ile pekiştirmeler, kıyı kıyı Sabine Hoca’nın gözüne girmek için pür dikkat her şeyi zihne kaydetmeler...

Bir şehir efsanesi vardır ya "Bir kitap okudum ve hayatım değişti", ben bunu hayatımda yaşadım gerçekten. Nasıl mı? Dinleyin o zaman...

Yelken, deniz ve tekne sevdası bir kez aklınıza girdiği zaman, artık tekne fuarları kaçınılmaz çekim alanlarından biri oluyor. Böyle bir tekne fuarında, denizcilik ve yelkenle ilgili kitaplar satan bir standın önünde ilk o kitabı gördüm;

İsmi, Dünya Varmış ve yazarı Ekrem İnözü…

Öylesine akıcı bir dille yazılmış ve öylesine cezbeden fotoğraflarla doluydu ki, imrenerek defalarca okudum ve neredeyse her sayfasını ezberlemiştim. Fotoğrafların altındaki açıklamalarına bakmadan neresi olduğunu bile söyleyebilirdim. Kimdi Ekrem İnözü? Başladım araştırmaya.

Ekrem İnözü, 2004-2007 yılları arasında teknesi Anouk ile yapmış olduğu dünya seyahatini bu kitapla ölümsüzleştirmişti. Kendisi, Sadun Boro üstadın dostlarından ve denizciliğin, yelkenciliğin mütevazı duayenlerindendi. İşte burada sosyal medyanın gücü devreye girdi. Kendisini facebooktan takip etmeye başladım.

Ve bir gece facebook sayfasına bir ilan koydu Ekrem Ağabey. "İki kişiyiz, Akdeniz geçişi için bizimle gelecek 3. kişiyi arıyoruz" diye. İşte o an,  “O kişi benim!” dedim kendi kendime. Ama aranan özelliklerin pek çoğu bende yoktu. Daha önce ne Okyanus geçişi yapmıştım, ne de Yacht Master derecem vardı. Paul Arden'in o ünlü sözü aklımda, "Ne kadar iyi olduğunuzun bir önemi yok, ne kadar iyi olmak istediğiniz önemli!" diye. Ben de o ekibe katılmayı çok istiyordum. Ve o gece Ekrem Ağabey’e çok dokunaklı bir mail yazdım. Kendimi anlattım, bu işi iyi bilmediğimi ancak çok istekli olduğumu, bu şansı bana vermesini istedim kendisinden. Ertesi sabah beni aradı, Bodrum'dan geldi ve Kalamış Marina’da buluştuk. Beni dinledi ve dedi ki, "Tamam kardeşim, sen bizimle geliyorsun..."

AKDENİZ GEÇİŞİ...

İşte bu macera böyle başladı... 8 Eylül’de Bodrum Turgut Reis D-Marina'dan törenle uğurlandık. Ekrem ağabey, kuzeni Aydın Ağabey ve ben, yaklaşık 5 yıl sürecek bir dünya seyahatinin çıkışında bir aradaydık ve bu tarihî anda, Anouk ekibinden olmak çok gurur verici idi. Benim için asıl “challenge(meydan okuma)” şimdi başlıyordu. Ekrem Ağabey gibi bir duayen ve öğrenilecek o kadar çok konu... Yelken, navigasyon, denizcilik, harita, motor, crew olmak... Neler neler...

 

İlk durak Yunanistan’ın Kos adası oldu. Burada Avrupa Birliği’ne giriş işlemleri yapıldı. İlk defa yelkenli bir tekne ile yurt dışına çıkmanın keyfini ve farklılıklarını yaşıyordum. Yelkencilere, gümrük polisleri de, sahil güvenlikçiler de çok keyifli ve güven içinde davranıyorlardı. İşlemlerimiz bitince halatlarımızı çözdük Kos Adası’ndan ve Akdeniz'de batıya doğru yelken açtık. Akdeniz ve Ege'nin kesiştiği bu sular hiç de hafife alınacak denizler değilmiş. Karşıdan gelen dalga ve her yönden esen rüzgâr, teknemizi de bizi de hırpalamıştı ama ne önemi vardı. Sadun Boro'nun 50 yıl önce elektronik hiç bir aleti olmadan geçtiği rotadan gidiyorduk... Girit Adası’nın 25 mil kuzeyinden ve pek çok Yunan adasının yakınlarından geçtik. Mora Yarımadası diye bildiğimiz Güney Yunanistan’ı geride bıraktıktan sonra Ion Denizi’nin yoğun gemi trafiği özellikle gece seyirlerinde ne kadar çok dikkat edilmesi gerektiğini öğretti.

Ve sonunda Sicilya Adası’nın haşmetli, dumanı tüten ve hâlâ aktif olan Etna yanardağının başı dumanlı görüntüsü, doğanın başedilmez gücünü hissettirdi bize. İtalya ana karası ile Sicilya’nın arasından, namı diğer Messina Boğazı’ndan geçtik. Ve sonra inanılmaz güzellikleriyle insanın aklini alan Volcano, Salinas ve Ustica adaları... O kadar küçük ve izole durumdalar ki, insanın her şeyi geride bırakıp Robinson Cruiso gibi yaşayası geliyor bu şirin adalarda.

Ve nihayet 7. günün sonunda, Sardegna adasının en güneyinde bulunan ve bence Akdeniz’in en keyifli kentlerinden biri olan Cagliari Marina’ya bağlandık. İtalyan kentlerinin o güzelim tadını her fırsatta hissettiriyordu bu güzel kent. Daracık sokakları, yüzyıllar öncesinden gelen kent dokusu, insanlarının her daim yardımsever ve Akdenizli sıcaklığı, deniz kültürünün yaratmış olduğu muhteşem mutfağı bu kente âşık olmanız için yeterli. Tek başına Cagliari ayrı bir yazı konusu zaten.

Burada birkaç gün dinlendikten sonra, tekrar yola çıktık ve bu seferki durağımız, Sardegna'nın hemen yanında minik bir ada olan San Antioco oldu. Burada teknemizle ilgili yaptırmamız gereken onarımları hallettik. Ama daha da önemlisi, böylesi küçük bir kasabada dahi, muhteşem bir kent meydanı, minik ama emek verilmiş keyifli bir müze,  cafeler ve restaurantların nasıl da güzel bir kombinasyon içinde sosyal yapıya katkılarını görmek oldu.

İşlerimizi hallettikten sonra, bu sevimli İtalyan adasından ayrılıp Akdeniz’in daha batısına yelken basmaya devam ettik. İspanya açıklarında hedefimiz Malaga ‘ya kadar gidip, orada mola vermekti ama deniz ve hava buna izin vermedi. Aniden patlayan bir fırtına, 10 dakikada kararan bir gökyüzü ve 5-6 metreyi bulan dalgalar bizi sığınacak bir marina bulmaya zorladı. Haritalarda marina olarak görünen ancak yaklaşınca çimento yükleme limanı olduğunu anladığımız, o toz duman kıyıdan kendimizi kurtarıp, Almeria Marina’ya bağlandık. Bir İspanyol masalı burası, Al Casaba ile muhteşem bir Endülüs tarihine sahip. Aynı zamanda Kuzey Afrika esintilerinin, Arap mimarisi ile harmanlanmış bir Avrupa kenti kimliğine sahip. Burası da tek başına ayrı bir inceleme yazısına konu olmayı hak ediyor.

Almeria'dan ayrıldıktan sonra artık Akdeniz'in bittiği yer olan Cebeli Tarık Boğazı’nı, dondurucu bir soğuk ve ıslak bir sabahta gördük. Akdeniz ile Atlantik okyanusunun birleştiği yerde, gerçekten de birbirine karışan suların yarattığı sınır çizgisinin üzerinden, bu etabın son durağı olan Portekiz'in Lagos kentine doğru yol almaya başladık. Gördüğüm en ilginç marinalardan birine sahipti Lagos. Deniz kıyısında değildi, tam tersine bir nehir yolu vasıtası ile karaya girilen ve sonrasında gelgitlerin sürekli yükselip alçalttığı bir haliçte yer alıyordu. Burada yaklaşık 1 ay kalacak olan teknemiz, Atlantik geçişi için son hazırlıkların yapılacağı yer oldu. Ama güzel bir karşılaşma, yine bizim gibi Atlantik geçişi yapacak Banu Öney Hanım’ın da teknesi burada idi. Yurt dışında biz Türkler daha duygusal oluyoruz bu kesin. Çok keyifli bir akşam yemeğine davet edildiğimiz Denize 2 teknesinde, Banu Hanım ve Peter'le bitmez tükenmez deniz ve yelken anılarını paylaşmaya saatler yetmedi.

 

ATLANTIK GEÇİŞİ...

Portekiz Lagos'ta ayrıldığım Anouk, benim katılamadığım etap olan; Portekiz, Madeira, Kanarya Adaları ve Cape Verde'ye yine Ekrem Ağabey yönetiminde, sevgili Cemile Hanım ve başka bir ekip ile geldiler.

21 Ocak 2015 tarihinde Amsterdam'dan 6 saatlik bir uçuşla, Cape Verde takımadalarının Sao Vicente adasına vardık. Teknemiz Anouk, Mindelo Marina’da bizi bekliyordu. Oldukça kurak ve sert rüzgârların hâkim olduğu bu adalar ülkesinin tüm tozu toprağı teknemizin üzerine birikmişti neredeyse. O kadar rüzgârlı bir adaydı ki burası, gece sürekli gıcırdayan palamarlar ve yelken direğine vuran halatlar yüzünden uyumak mümkün değildi neredeyse.

Ve beklenen gün geldi nihayet. Artık hayalim olan Atlantik Okyanusu’nu geçmek için halatlarımızı Mindelo Marina’dan çözdük. Önümüzde neredeyse 3000 deniz mili yolumuz ve geçilecek koskoca bir okyanus vardı. Öyle ya Titanic bile bu suların kuzeyinde batmış, binlerce yolcusunu kaybetmişti. Bizden yaklaşık bir hafta önce Cape Verde'den yola çıkan ve 2 gün sonra dümen arızası nedeniyle SOS veren ve teknesini terk etmek zorunda kalan Türk kadın yelkenci Dilek Ergül’ün hikâyesini de internetten takip etmiştik. Rotterdam’a giden bir kargo gemisi tarafından kurtarılan Dilek Hanım, teknesi Symina'yı Atlantik sularında yapayalnız ve başıboş bırakmak zorunda kalmıştı.

Böylesi bir şöhrete sahip bu dünya sularını aşmak her denizcinin ve yelkencinin hayali. Tüm bu olumsuz haberlere ve ürkütücü Atlantik hikâyelerine rağmen, bizler Ekrem Ağabey’in deneyimleri ve bizlere verdiği is bölümü ile çok keyifli ve sorunsuz bir geçişi gerçekleştirdik. Ekvator çizgisinin sıfır noktasından geçerken de, en güzel kıyafetlerimizi giyip inanılmaz keyifli bir kutlama yaptık. Mitolojide denizler tanrısı olan Poseidon adına adaklarda bulunduk. Atlantik, balık konusunda da bize cömert davrandı, teknemizin arkasındaki oltamızdan balığımız hiç eksik olmadı. Sarı yüzgeçli ton balığından, Mahimahi'ye kadar en güzel okyanus balıklarının tadına vardık. Atlantik geçişi esnasında ilk gördüğümüz kara parçası, Brezilya'ya ait olan ve kıyıdan 300 km açıkta bulunan Fernando de Noronha adası oldu. Burada mola vermeyi planlamıştık ancak demir atmak için ırgat denilen mekanizmamız çalışmayınca, üzülerek adadan ayrılıp yolumuza devam etmek durumunda kaldık.

Ve sonunda 13 Şubat 2015 Cuma akşamı saat 20.00 sularında Atlantik geçişini tamamlayıp, Brezilya’nın ilk başkenti olan Salvador de Bahia'da marinamıza bağlandık. Hem de öyle bir güneş batısına şahit olduk ki, hayatımızda ilk defa böylesine kızıllık ve ateş rengi görüyor idik, gökyüzünde ve denizde. Ve aynı zamanda tüm Brezilya'da bir yıl boyunca beklenen ve bir hafta sürecek olan karnavalın başladığı saatlerdi, vardığımız saatler.

Bir rüya böyle gerçek oldu, insan hayal ettiği her şeyi gerçekleştirecek güce muktedir aslında. Yeter ki hayallerde ısrarcı olalım. Kalın sağlıcakla...

 

 

 

Yazı Ve Fotoğraf
Fırat Şahin