
Miami, Bermuda ve Porto
Riko arasındaki okyanus bölgesinde çok sayıda uçak ve geminin hiçbir iz
bırakmadan kaybolması basında geniş yer aldı ve tüm dünyada şaşkınlık yarattı.
Nasıl oldu da tonlarca ağırlığındaki gemi ve uçaklar öyle birden kayboldu?
“Bermuda Şeytan Üçgeni” yakıştırmasını tüm dünya benimsedi. Kimileri
“uzaylıların manyetik alanı” dedi. Hele ikinci dünya savaşında beş uçağın birden
ortadan kaybolması ve hatta onları arayan Flight 19’un da ortadan aniden yok
olması bu yörenin esrarını iyice artırdı. Sonuçta bine yakın gemi ve uçak iz
bırakmadan kayboldu.
Sonunda birkaç yıl önce
bilim adamları bu olayı deniz yatağında yoğun bulunan metan gazının aniden boşalması
ile açıkladı. Bu metan çıkışı deniz yüzeyinde deprem ile heyelan yaratmakta ve
metan gazı su ile birleşip metan hidrata dönüşmekte. Bu sırada kaldırma
kuvvetinin sıfırlanması ile oluşan dev gaz bulutu deniz yüzeyinde uçak ile
gemileri yutan bir dizi girdap akıntı, fırtına ve hortumlara neden oluyor. Jet
motorları bu bölgeden geçerken yeterli oksijeni sağlayamayınca irtifa
kaybetmekte. Şimdilik bu coğrafyadan ses çıkmıyor ama doğaya biz hükmedemeyiz!
Dünyanın bu bölgesinde
okyanus üstünde irili ufaklı binlerce ada bulunmakta ve bu adalar birbirine
benzemekte, bu nedenle yön tayini çok zor olmakta.
Birbirine köprülerle ile
bağlı 138 mercan adasının oluşturduğu Bermuda’ya zor ve sert bir iniş yaptık.
Tüm yolcular çığlık attı. Ne de olsa burası “Bermuda”. Adı bile korkutuyor. Önce Roma’ya (2 saat), Roma’dan 8,5 saat New
York’a New York’tan ise 2 saat Bermuda’ya uçtum. Elbette transfer sürelerini
ekleyince toplam yolculuk 22 saat kadar sürdü. Beklediğim gibi bavulum yine
ortada yok. New York’ta çıkmadı. Bu, kaçıncı kez oldu. Nedense hep beni
buluyor. Bavuluma ancak gezinin sonunda İstanbul’da kavuştum.
Adaya ilk ayak basan Juan
de Bermudaz(1511). Daha sonra 1609 yılında yerleşmek için ABD Virginia’ya
gitmekte olan İngiliz aileleri taşıyan gemi burada kaza yapınca zorunlu olarak
bu aileler Bermuda’ya yerleştiler. O günden sonra bu ada İngiltere’ye bağlandı.
Amerika’nın İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı esnasında (Tom Miks ile
Teksas’ı hatırlayın.) Kuzey Carolina’daki
İngiliz deniz üssü Cape Hatteras, Bermuda’ya taşındı. (1812-1957) Adada yetişen
pamuklar silahlarla değiş tokuş edildi. ABD ise adayı II. Dünya Savaşı’nda
Avrupa’ya destek sağlamak için lojistik üs olarak kullandı.
Önce yedi numaralı
otobüsle Gibbs Hill Deniz Fenerine (lighthouse) doğru gidiyorum. Dünyanın
çelikten yapılan ilk feneri imiş(1842). Yani gemilerin kıyıya çarpmasını önlemek
için fener ilk ışıklarını ancak 1846’da yakabilmiş. Ama o ana kadar zaten 300
gemi bu tehlikeli ve sığ mercan kayalarına teslim olmuştu. “Manzarası için gitmenize
değer.” derim. Ama tam 180 basamak sizi bekliyor. Bir de lokantası var. Yol
boyunca kalın duvarlar, zakkumlar, gölcükler ve arka arkaya körfezler yer
alıyor.
Kathy’nin evinde
kalıyorum. Geniş bahçeli, karanlık ve bohem bir ev. Kathy bir spor hocası. Her
gün şişman kadınlar odama bitişik spor salonuna geliyor. Bir saat kadar
çalışıyorlar ve çıkınca hemen çayla beraber hamburger ve pasta yiyorlar. Bu
arada durmadan da Kathy ile konuşuyorlar. Sanki bir psikolog ile sohbet! Evde
üç köpek var, onlarla hiç sorunum yok.
Çok da uslu ayrıca sempatikler. Ama Prenses…
Prenses
Yeşilli, sarılı ve
kırmızılı oldukça iri bir papağan, etrafta sürekli dolaşıyor. Perdenin içine
girip perdeyi parçalıyor. Beni baştan hiç sevmedi. Habire kanatlarını açıp odada
kovalıyor. Bir defasında tişörtümü yakaladı. Üstüme asılı iken birlikte
koşuyoruz. Bilirim, benim çocukluk arkadaşımızın Adli İzmirli’nin benzer bir
papağını vardı. Birden bire bir arkadaşımın parmağını kopardı. Masada çalışıyorum,
geliyor, hırlıyor. Sırt çantamı ele geçirdi ve fermuarlarını bozdu. Kathy pek
aldırmıyor sadece “Prenses kafesine gir!” diye sesleniyor. Sanki papağanın
umurunda. Ama Prenses hep benim peşimde.
Son gece bir pansiyon bulup bu evden ve Prensesten uzaklaşıyorum
Kuzeyde bu eski donanma
tesislerine Hamilton Sea terminalinden (Royal Nave Dockyard) deniz yolu ile
gidiyorum. (20 dk.) Buraya dev Cruise gemileri
yanaşıyor. Onları görünce zaten moralim bozuluyor. Önce kaledeki millî
müzeye gidiyorum. (15 USD). Kölelerin
çektikleri acılar sanki duvarlara kadar sinmiş. Tepede İngiliz valisinin taş
evi var. Baştan başa yenileniyor. Sahil boyunca da toplar sıralanmış. Bir odada
o meşhur Bermuda Şeytan Üçgeni ve gemilerin başına gelenler anlatılmış.
St. George, Bermuda’nın
en fazla ziyaretçi çeken UNESCO Dünya Miras Listesinde yer alan tarihi kenti.
1815 yılında başkent oldu. İngilizlerin ana yurt dışında kurdukları, hâlen
yaşayan en eski kenti. Rengârenk İngiliz
evleri arasında dolaşıyorum. Tarihî Townhall (Belediye Sarayı) ana meydanda yer
alıyor.
Sir Walter Releigh(1956)
şöyle demiş: “The Bermudas a hellish sea for thunder lightining and storms” (Bermuda; fırtına, şimşek ve hortumların
cehennemidir.) Kalenin içinde çocuklara yönelik yunus havuzu var. 155 USD
ödeyip çocuklar esir yunuslarla fotoğraf çektiriyor. Kızıyorum. “Ben onların avukatıyım, her yunus günde 30 kilometre yüzmelidir, onlar
sizin oyuncağınız değil!” diyorum. Keşke yunuslar intihar edebilse.
Şaşırıyorlar, “Hiç böyle düşünmedik!” diyorlar.
Romlu kek satılıyor. Her çeşidi
var. Herkes bir yolunu bulup ziyaretçilerin, “Hazır oraya gelmişken farklı bir
tadı denemek arzusunu” sömürüyor. Dönüşte Hamilton’a otobüs ile dönüyorum.
Elbette coğrafyayı içinize çok daha iyi sindiriyorsunuz. Daracık karayolu
köprülerle birbirine bağlanmış. Her yer, sağım, solum yeşil…
Kısa Kısa Bermuda
Yazı Ve Fotoğraf
Prof. Dr. Orhan KURAL