
Bir gece gördüğüm rüya dolayısıyla uyandım. Kendimi Kahire’de gezerken bulmuştum. Bilmem ki yıllar sonra niye ziyaret etti Kahire beni rüyamda! Zaten çok sık rüya gören, gördüğü rüyayı hatırlayan biri de değilim. Bizim rüyaların sadık olacağını sanmam, adımız Yusuf olabilir ama tabirini bilemem peygamber değiliz sonuçta fakat belki de bir vesiledir ey okuyucu, sizleri aradan yıllar geçtikten sonra birkaç fotoğraf ve yazıyla da olsa bir Kahire turuna çıkarmaya. Ne dersiniz? O zaman buyurun, bir geçmiş zaman rüyasına!..
Kısacık bir tarihî bilgi tekrarı yapsak?.. Mısır… Çoğunuz bilirsiniz sanırım, Ahmed bin Tolun tarafından 868 yılında, Asya kıtasının dışında kurulan ilk Müslüman-Türk devleti olan Tolunoğulları devletinin de vatanıdır. Ahmed bin Tolun tarafından 879 yılında yaptırılan Tolunoğlu Camii bugün bile o günlerin şahidi olarak dimdik ayakta durmaktadır. Çok kısa sürelerle Türklerin elinden çıksa da 20 yy.da elimizden alınıncaya kadar yaklaşık 1200 yıllık süreyle, farklı Türk devletlerinin elinde Anadolu’dan bile daha uzun süre vatanımız olmuştur.
Senelerden 2009, aylardan Kasım’dı. Kahire’de düzenlenen bir sempozyum vesilesiyle ismimi aldığım peygamber Hz. Yusuf’un (AS) ve Hz. Züleyha’nın ayak bastığı toprakları görmek için çıkmıştım yola. Tabii ki Firavun’ların ülkesine de… “yarın sabah istanbul, akşama mısır / dağarcığımda hayallerim hazır / gidiyorum, kalbimde güzel bir duygu / cebimde ümitler, umduğum huzur” deyip düşmüştük yola, daha doğrusu uçmuştuk…
Mısır’a giderken Mısır Havayolları’nı kullanmıştık. Kahire’ye yaklaşırken elimize tutuşturulan ve doldurmak zorunda olduğumuz bir formla nasıl bir ülkeye girmekte olduğumuzu ihsas ettirmişlerdi. Akşam saatlerinde devasa büyüklükteki Kahire Havaalanı’na inmiştik. TAV tarafından işletilen havaalanında uçak 10 dakika kadar taksi yapmıştı diyeyim de havaalanının büyüklüğünü anlayın.
Karşımızda yine devasa bir şehir bulmuştuk. Rehberimizin ifadesine göre banliyöleriyle birlikte gündüzleri 22 milyona çıkıp, gündüzleri 16 milyona inen bir şehirdi… Şimdi kim bilir nüfus kaça çıkmıştır?
Kahire… Dünyanın en büyük nehirlerinden olan Nil’in taşıdığı alüvyonlarla oluşmuş yüzlerce kilometrekarelik bir deltanın başlangıcına kurulmuş bir şehir. Yakıcı ve kavurucu sıcağına, kum fırtınalarına rağmen Nil’in deniz gibi yayıldığı bereketli topraklar, binlerce yıldır insanlara nimetlerini sunmakta. Bu sebeple Mısır, dünyadaki en eski ve en büyük açık hava müzelerindendir, bu koskoca şehirde bu müzenin bir parçası. Her köşesinde binlerce yıllık tarihinden bir iz taşımakta.
Konaklama konusunda şehirde çok fazla sıkıntı yaşanmıyor. Dünyaca ünlü bütün otellerin oldukça büyük şubeleri de bulunmakta.
Gündüz olup, otelimizden çıkınca, şehirde gündüz gözüyle gördüğümüz şey bej, hâkî vb. toprakla ilişkili, özellikle şehrin eski bölgelerinde oldukça kasvetli renklerin ağırlığıydı. Sonradan öğrendik ki kum fırtınaları sebebiyle evlerin duvarlarındaki sıvalar ve boyalar dökülüyormuş, sürekli aynı şeyler olunca da tekrar tekrar aynı işlemleri yapmaya gerek duymuyorlarmış, bir de maddiyatı düşünürsek... Sıvalar ve duvarların rengi görünüyordu hep. Tabii ki modern ve lüks binalar ile “boyalı” binalar da vardı. Genellikle coğrafyamıza özgü; fakirlik içinde yüzen mahalleler, zenginlik içinde yüzen mahalleler, zenginlerin kendilerince ayrıcalıklı gördüğü semtlerde kale gibi villalar, Kahire’de de gözümüze hemen bir çöl sıcağı gibi çarptı. Bölgeye ait sanatın ve estetiğin izleri ise daha çok camii ve benzeri yapılarda görülmekte.
Sonra gördüğümüz ilk şey ise, onlarca metrelik genişliğine ve 5 6 şeritli olmasına rağmen inanılmaz derecede sıkışık şehir trafiği oldu. Şehrin, birkaç yer hariç, neredeyse hiçbir yerinde trafik ışıkları olmadığı bir trafik hayal edin lütfen. Binlerce araba zincir gibi dizili… Evet Kahire’desiniz. Trafikte dönmek ya da şerit değiştirmek mi istiyorsunuz? Arabanızın burnunu 5 10 cm’lik aralara sokarak, direksiyonu kırıp girmekten başka çareniz yok! Arabaların pek çoğunun kaportasının yamuk yumuk olduğunu görürseniz hiç şaşırmayın! Çünkü kaza yapan arabalar, çoğunlukla kaporta-boya işlemlerinden geçmiyor. Yürüyeninde ve motorunda hasar varsa yapılıyor ve kaporta, bildiğiniz kiloluk çekiçlerle “olabildiğince” düzeltilip yola devam ediliyor. Bir de kaosla nitelenebilen bu trafikte ne kadar kaza yaşandığını bir düşünün, sizce de mantıklı değil mi! Bu sebepten korkusuz ve iyi bir şoför değilseniz “Ben Kahire’ye giderim, bir araba kiralar gezerim!” gibi bir fikre kapılmanızı pek tavsiye etmem. En iyisi; gövdesinin siyah renkli, çamurluklarının beyaz renkli olmasıyla diğer araçlardan kolayca ayrılan veya külüstüründen konforlusuna farklı renk ve modellerdeki taksilerle gitmek istediğiniz yere gitmeniz ya da bir tur ile gezmeniz.
Ha unutmadan, caddelerde her köşe başında tam teçhizatlı, ellerinde kalaşnikoflarla nöbet tutan askerleri görünce biz şaşırmıştık. Ülkeyi yönetenlerin darbelerle el değiştirdiği bir ülkede hâlen değişen bir şey olduğunu sanmıyorum, siz de görürseniz, rejimi düşünün, şaşırmayın ve korkmayın. Rahmetli Mehmet Âkif Ersoy’un ders verdiği üniversiteyi ziyaretimize bile “kalabalık olduğumuz” gerekçesiyle izin verilmemişti.
Kahire öyle bir iki günde gezilebilecek kadar küçük bir şehir değil. Mümkünse bir rehber eşliğinde gezmelisiniz. Sadece İngiliz ve Fransız yağmasından arta kalan ve sonradan keşfedilen hazinelerinin sergilendiği Millî Müze’yi gezmek bile, iyice incelemek isterseniz birkaç gününüzü alabilir. Eski müzeyi şöyle bir hızlı tur ile gezebilmiştim. Şimdi bu müze yeni ve çok daha büyük bir mekâna taşındı. Luxor vadisindeki buluntular, Tutankamon’un mezarının içinde bulunanlar gibi binlerce çok değerli eser bu müzede sergilenmekte. Fotoğraf ve video kamera yasağının eski müzede olduğu gibi devam ettiğini sanıyorum. İçeri sığmayıp dışarı taşan ve bu sebeple bahçede bulunan birkaç eseri fotoğraflayabilmiştik.
“Başka nereleri gezebiliriz?” derseniz Kahire’yi yukarıdan gören bir tepeye kurulmuş Selahaddin Kalesi ve onun içindeki Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından yaptırılmış, Osmanlı mimarisinden esinlenmiş tek eser denilebilecek Mehmet Ali Paşa Camii’ni tavsiye etmeliyim. Seyir terasına çıkarak Kahire’ye biraz yukarıdan bakabilir, onun hakkında zihninizde daha güzel bir harita çizebilir, tarihî eserlerin pek çoğunu kuş bakışı görebilirsiniz. Böylelikle nereleri gezebileceğiniz hakkında daha iyi fikir edinebilirsiniz. Etrafta size çok ucuza papirüs ve kalem gibi şeyler satmaya çalışan ve Türkçe de konuşan çocuklardan bir şeyler almayı, onları sevindirmeyi de unutmayın lütfen.
Piramitler, tabii ki mutlaka görmeniz yerlerin başında gelir. Yalnız, piramitleri servis edilen fotoğraflara aldanarak tamamen çölün içinde, soyutlanmış yapılar olarak düşünmeyin. Piramitlerin en ünlüleri Giza Piramitleridir ve büyükten küçüğe Keops Piramidi, Kefren Piramidi, Menkaure Piramidi şeklinde sıralanır ve Kahire’nin kenar mahallelerinin dibinde göğe doğru heybetle yükselir. Heybetini anlayabilmek için dünya gözüyle canlı canlı bir görmek gerekir. Önünde, bu yapıların bekçisi gibi yere uzanmış oturan insan yüzlü kedicik Sfenks bunulmakta. Yanlarındaki küçük küçük piramitçiklerin ve tarihî Giza Şehri kalıntılarının esamisi okunmaz. Piramitlerin devasa dış görünümüne inat içinde birkaç koridor ve birkaç boş oda dışında pek bir şey yoktur. Biz saat 16.00 sularında gidebilmiş ve piramitlerin dışında fotoğraf çekinmekle yetinebilmiştik. Sonra çok fazla bir şey kaybetmediğimizi anladık tabii, anlatırım. Sfenksin önündeki boş alanda hizmetinize sunulan develerden birine binip Instagramlık fotoğraflar çekinebilirsiniz.
Bu soygunlar üzerine ne olmuş derseniz; Firavunlar, artık Piramitlerin kendilerine haram olduğunu düşünmüş, Luxor vadisine gidip kendilerine mezar olarak yeni arsalar bakmış ve Cennet bahçesi mi olur, Cehennem çukuru mu olur Allah bilir ama, artık yer altına gömülmeyi, kimsenin fark edemeyeceği şekilde yerle yeksan olmayı tercih etmişlerdir. Piramitlerin inşasında zulüm gören kölelerden sonra olan yine kölelere olmuş, buraların inşasında çalışan köleler, işlerini bitirdikten sonra kimselere bir şey söyleyemesin diye mükafat(!) olarak canlarını vermişlerdir.
Ölülerini bir “mekân”ın içine gömme geleneği Kahire’de bugün bile devam etmekte, oldukça eski bir mahallenin içinde “Ölüler Şehri” olarak isimlendirilen bir ev-mezarlık bölgesi bulunmaktadır. Kenarları duvarlarla çevrilmiş her bir mezarlığın arsasının içine, çoğunluğu bir katlı bazısı birkaç katlı evler yapılarak ölüler bu evlerin bodrumlarına gömülmeye devam etmektedir. Binlerce yıllık bile olsa eski bir kültürün varlığı bugün bile farklı bir şekilde devam etmekte. Bu evlerin içinde üst katlarında yaşayanların olduğu da ifade edilmiştir. Sanırım evsizlerin sığınma mekânı olmuş. Mahallenin pek tekin olmadığı söylendiği için gitmemiz nasip olmamış, otobüsten fotoğraflamakla yetinmiştik.
Alışveriş yapmak için bence Han Halilî’ye gitmelisiniz, burada bir İstanbul ve Kapalı Çarşı havası alacağınızı söyleyebilirim. Zaten ismindeki “Han” da Türkçe. Hemen yanındaki El-Hüseyin Camii’ni ve içindeki Hz. Hüseyin’in makamını da ziyaret edebilirsiniz. Bütün dünyada ve büyük şehirlerde olduğu gibi Kahire’de de oldukça büyük AVM’ler ve bunların içinde ünlü markaların şubeleri bulunmaktadır.
Tur ile gezecekseniz eğer, sizi mutlaka “anlaşmalı oldukları” bir “papirüs” imalathanesine götüreceklerdir. Siz de kendi başınıza gidebilirsiniz tabii ki. Orada aslında papirüsün, Nil bataklıklarında yetişen bir bitkinin saplarının toplanıp, yarılıp, basit bir şekilde örülüp sonra sıkıştırılmasıyla elde edildiğini görüp “Aaa ne kadar basitmiş!” diyeceksiniz. Papirüslere işlenmiş çok çeşitli büyüklükteki ve güzellikteki Mısır tarihinden veya güncel resimleri göreceksiniz. Size tavsiyem, hediye olarak da çok makbule geçebilecek, burada piyasaya göre daha pahalı olan bu papirüsler yerine çarşıda daha uygun olan yerlerden almanızdır. Buralardan alacaksanız da sıkı bir pazarlık yapmanızdır. Mısır hiyerogrifleriyle isminizin yazıldığı çeşitli hediyelikler de alternatif olarak sizlere sunulacaktır.
Diğer bir gezilebilecek yer ise bin bir çeşit şişenin, gözyaşı şişelerinin ve göz alıcı güzellikte ve şekillerde cam eşyaların üretildiği cam atölyeleridir. Hediye olarak da alınabilecek, çok güzel cam ürünlerin olduğu bu yerlerden alışveriş yaparken de yukarıda papirüs paragrafındaki uyarılarımı dikkate almanızın, cebinize ciddi anlamda faydası dokunacağını söyleyebilirim.
Nil Nehri’nin; Kahire’nin içinde bazen deniz gibi yayılmış, bazen kanal gibi daralan güzelliklerini görebilmek için gündüz “Felluka(filika)” turu yapmanızı şiddetle tavsiye ederim. Yalnız, ellerinizi filikadan uzatıp suya dokunmayınız. Bir “Nil Timsahı”nın dikkatini çekebilir ve… ???? Şaka şaka! Mısır’da ve Nil’de yaşayan Nil Timsahı ve böyle bir tehlike olsa da Mısırlı yetkililerin, timsahların Asvan Barajı’ndan aşağı inmesine müsaade etmedikleri ve ciddi bir kontrole tabi tuttukları söylendi. İçiniz rahat olsun. Tekne içindeki gezinti sırasında makarnalı, nohutlu, mercimekli bir “Falafel” yiyebilirsiniz. Timsahlardan konu açılmışken, Kahire’nin merkezinde büyük bir Hayvanat Bahçesi de bulunmaktadır. Gezip gezmemek size kalmış.
Bir de akşamları, yine Nil Nehri üzerinde düzenlenen yemekli tekne gezintileri de yapılabilecek işlerdendir. Nil üzerinde akşam gezintisinin tadını çıkarırken, yemeklerinizi yedikten sonra ülkede meşhur olan, giydiği özel semazen eteğine benzer bir elbise ve birkaç renârenk etek ile hiç durmadan dönüp etek açarak mesleğini icra eden “erkek dansöz” ve sonrasında sahneye çıkan kadın dansözleri de izleyebilirsiniz. Ya da birkaç arkadaşınızla çıkıp aynı Türk kahvehanelerine benzeyen bir kahve bulup orada demleme Türk çayı içerek sohbet edebilirsiniz.
Yemek konusuna gelince… Çok sayıda kültürün toplandığı bir yer olması sebebiyle yemekleri de çeşitlilik arz eder fakat yemek konusunda Türklerin etkileri olduğu söylenebilir. Mumbar dolması diyeyim anlayın. Çeşitli kebaplar ve sanırım ünlü yemeklerinden olan “kalamar” yiyebilirsiniz. Menülerde, Nil deltasının ülkeye sunduğu baklagillerle yapılan yemeklerin yanı sıra, pirinçle doldurulmuş sebzeler ve üzüm yaprakları, falafel, molehiya, humus, şavurma, köfte, ful medames, koşari gibi yemekler bulunmakta.
Mısır için özellikle belirtmem gereken bir husus, ülkede “bahşiş” kültürünün inanamayacağınız kadar yaygın ve bir çeşit zorunluluk olması. Gittiğiniz lokantalarda kapıdan girişte sizi özel hürmetle karşılayan kişiye vereceğiniz bahşişle başlayan bu kültür, elinizi yıkamaya gittiğinizde hemen yanınızda biten ve kâğıt havluyu bile size elleriyle tutarak ikram eden kişilere vereceğiniz bahşişlerle devam ettirilmektedir. Vermediğinizde hoşnutsuzluk yaşanabilmekte. Yanınızda mutlaka bozuk para bulundurmayı ve bahşiş bırakmayı ihmal etmeyin. Tur şirketleri sizden bunun için para toplayıp sizin adınıza toplu olarak da ödeme yapabiliyor, bilginiz olsun.
Halkla anlaşırken, Arapçanın yanı sıra İngilizceyi de rahatlıkla kullanabilirsiniz. Bazı yerlerde Türkçe ile anlaşabilmeniz bile mümkündür. İnsan o anda; oraları 100 yıl bile yönetmeyen Fransız ve İngilizlerin dillerini zorla insanlara dayatmasının ve öğretmesinin acısını mı, yoksa bizim binlerce yıl yönettiğimiz yerlerde dilimizi bile zorlamamamızın dinî ve medenî huzurunu mu yaşayacağı konusunda tereddütte kalabiliyor.
Evet, değerli
okuyucularımız. Bir rüyadan yola çıktığımız bu yolculukta, Kahire’yle ilgili
gördüklerimizin bir kısmını sizlere sunduk ve “Mısır'a sultan olmaktansa memleketinde bey olmak yeğmiş”
diyerek döndük efendim. Tabiri ise size kalmış. Eğer bir gün
Kahire’ye gidecek olursanız mümkünse kum fırtınalarının estiği, bahar ayları ve
kavurucu sıcakların olduğu yaz ayları yerine, havanın daha mutedil olduğu Kasım
Aralık aylarını tercih ederseniz daha iyi olacaktır. Selametle…
Yazı Ve Fotoğraf
Doç.Dr. Yusuf SÜLÜKÇÜ